
İslâm iktisadî düşünce tarihinin bibliyografik tasnif bakımından özel kaynakları arasında ele alınabilecek olan kesb literatürünü temsil eden en önemli eserlerinden bir tanesi Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/805) tarafından kaleme alınan el-Kesb (el-İktisâb fi’r-rızkı’l-müstetâb) isimli çalışmadır. Kesb kavramının sözlük mâ-nası insanın geçimini sağlamak için çalışması ve servet sahibi olmasını karşılamaktadır. Şeybânî tarafından kaleme alınan bu eser, kesb düşüncesini bütün yönleri ile temsil etmektedir. İnsanın servet edinmesinin fazileti ve servet edinme yolları, iktisadî yaşam alanının odağı ve öncelikleri, bir kelâm meselesi olarak tevekkülün insanın çalışması üzerine olan etkileri, işveren ve işçiler arasındaki ilişkiler, zengin olmanın veya fakir düşmenin ve bu bağlamda fakirlik karşısında sabır göstermenin, zenginlik karşısında şükretmenin incelikleri, insan ihtiyaçlarının önem derecesine göre çeşitlendirilmesi, dinî inanç ve pratiklerin iş yaşamı üzerine olan kuşatıcı rolü, insan ve toplum yaşamının sınır hatları, tüketim harcamalarının sosyal ve kültürel izdüşümü, istihdam olanakları ve işsizlik problemi ile gelirin toplumsal dağılımı eserin karakteristiğini oluşturan konu başlıkları arasındadır (Orman, 1999, s. 41). Eseri farklı açılardan ele almak ve yorumlamak, bugünün iktisadî mesele ve problemlerine İslâmî bir bakış açısından yaklaşabilmek adına yürütülen çalışmalara rehberlik etmek için zengin bir düşünsel malzeme sunacaktır.
Bugünün sığ tartışma alanlarından bir tanesi çatı bir kavram olarak İslâmî iktisat varlığının kabul edilip edilmemesi üzerine şekillenmektedir. Bu tartışmalar sürüp devam ederken; İslâm’ı sadece ahlâkî kurallar bütünü olarak kabul eden indirgemeci düşünce kimliklerinin, kapitalist ve sosyalist düşünce ve sistem örneklerinden ne anladığını sorgulamak gerekir. Bu kesimlerin düşünce dünyasının sınır hattı neden İslâm’ın bir adım gerisinde sona ermektedir? Beşer ürünü olan bu iktisadî düşünce ve sistemlerin çözüm aramakla uğraştığı problemlere yönelik İslâm iktisat düşüncesinin cevapları bellidir. Bu konuda sadece iki örnek vermek, anlamsız düşüncelerin sığlığında hapsolmayı anlatmaya yetecektir. Kapitalizm tabiat varlıklarını da kapsayacak şekilde bütüncül bir servet yaklaşımı üzerine kuruludur. Bu felsefe özel mülkiyet hakkı çerçevesinde somut yaşamda kendisine karşılık bulur. Sosyalizm, servetin bütün unsurlarını kamu mülkiyeti altında kabul etmekte, özel mülkiyet hakkına sadece kesin bir ihtiyaç olduğunda kapı aralamaktadır. İslâm iktisat düşüncesi özel mülkiyet hakkını tanıdığı gibi kamu mülkiyet hakkına da ayrı bir parantez açmaktadır. Mülkiyet hakkında esas olan dengeyi koruyabilmektir. Böylece İslâm iktisat düşüncesinin özel mülkiyet ilkesi varlık kazanır (es-Sadr, 1991, s. 138-139). Amaç Allah Teâlâ (c.c.)’nın bahşettiği mülkü, O’nun rızasına uygun düşecek şekilde kullanmaktır. Böylece insanın itikadını huzur içinde pekiştirmesi ve kulluk görevini gereği gibi yapabilmesi amaçlanır. İslâm için iktisat bir amaç değil, amaca götüren araçtır.
Diğer taraftan kapitalizm, sınırsız servet anlayışı üzerine kurulu olduğu için gelirin kaynağına bakmak gerekmez. Her türlü gelire kapı açıktır. Bu genişliğe, iktisadî kaynak sahiplerinin hiçbir risk ve işe katlanmaksızın elde ettiği faiz geliri de dahildir. Sosyalizm ise gelirin elde edilmesinde emeği önceler. Kaynağında işgücü geliri bulunmayan her türlü gelir kapısını kapatır. Örnek vermek gerekirse kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde varlık kazanan kira ve faiz geliri Marksist iktisat düşüncesine göre yasal değildir. İslâm iktisat düşüncesi faize asla geçit vermezken, kira gelirini uygun görmektedir. Bunun sebebi İslâm’ın maddî kaynakların ve servetin bölüşümüne yönelik esaslarının karşılanmasıdır. Böylece görülür ki, İslâm iktisat düşüncesinin dağıtım ve bölüşüm meselesine ilişkin söyleyecekleri de açık bir şekilde ortada durmaktadır. Öyleyse iktisadî düşünce ve sistem çerçevesinde kapitalizm ve sosyalizm kendisine bir yaşam alanı bulurken, İslâm iktisat düşüncesinin ve bu düşüncenin çevrelediği İslâm iktisat sisteminin varlığının inkâr edilmesinin kabul edilebilecek hiçbir tarafı olmadığı gerçeği bir kere daha günyüzüne çıkmış olur (es-Sadr, 1991, s. 139). Bu noktada İslâm medeniyet ve iktisat tarihinin, İslâm’ın varlık ve değerler anlayışının kuşattığı başarılı iktisadî sistem örnekleri ile dolu olduğunu unutmamak gerekir. Bu çalışmanın odağı İslâm iktisadî düşünce tarihi olmakla beraber, İslâm iktisat tarihinin neden ve sonuç ilişkisi çerçevesinde ele alınması durumunda, İslâmî iktisatın bugün uygulamada varlık kazanabilmesine kapı aralayacak zenginlikte malzemeler sunacağını hatırlatmak gerekir.
Bugün, dünya ekonomisinin nitelik ve nicelik bakımından karmaşık bir görünüme sahip olması, İslâm ilim ve düşünce geleneği çerçevesinde ortaya konulmayan yeni mesele ve problemlerin varlık kazanmasına zemin hazırlamıştır. İktisadî olay ve davranışların bu kompleks karakteristiğini aşabilmek için ictihad etmek gerekir. Böylece İslâmî iktisat metodolojisi bağlamında modern çağın beraberinde getirdiği koşullara uygun bir Müslüman duruşu sergileyebilmek ve samimî bir tepki geliştirebilmek mümkün olacaktır. Metodolojik çerçevede ictihad yaklaşımının tercih edilmesinin gerekliliği, farklı düşünce kimlikleri arasında ictihad yöntemlerinin neler olacağına yönelik tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu tartışmalar; modernistler, gelenekselciler ve orta yol şeklinde isimlendirilebilen üç farklı düşünce kimliği üzerinde varlık kazanmaktadır. Modernist düşünürlerin iddiası fıkıh usulü ilminin hüküm çıkarma yöntemlerinin mevcut karmaşıklığı aşabilmek için yeterli olamayacağına yöneliktir. Bu sebeple hükümlerin kaynaklarına yeni bir yorum getirmek ve bu kaynakları modern zamanın koşullarına uyarlamak gerekir. Metodolojik çerçevede modernist bakış açısı, böyle yapmakla bir bakıma İslâm ilim geleneğinin klasik yaklaşımından koparak özgürlük arayışı içerisinde yol almaktadır. Gelenekselciler olarak adlandırılan düşünürler ise, fıkıh ilminin hem usul hem fürû bakımdan bugünün dünyasının beraberinde getirdiği karışıklığı aşmak için yeterli olacağı görüşünü vurgulamaktadırlar. Özgürlüğün sınırlarını aşmak İslâm ilim geleneğinin özgün fıkıh birikimini ihmâl etmek ve modernist yaklaşımın üstünlüğünü kabul etmekle eşdeğerdir. Orta yol taraftarı olan üçüncü kesim ise ihtiyatlı bir yaklaşım sergilemeyi teşvik etmektedir (Zaman, 2019, s. 45-46). İctihad faaliyetine yönelik bu metodolojik tartışmanın doğru şekilde çözüme kavuşturulamaması, İslâmî duruşa uygun düşmeyecek hatalı sonuçları beraberinde getirebilme tehlikesine zemin hazırlamaktadır.
Dinî bir meselenin hükmü hakkında ictihad edebilmek için farklı yöntemler söz konusudur. Bu yöntemleri beyân, kıyas ve maslahat ictihadı şeklinde sıralamak mümkündür. Bu aşamada maslahat ictihadına ayrı bir parantez açmak ve maslahat ictihadı üzerinde varlık kazanan tartışmalara açıklık getirmek önemlidir. Maslahat ictihadı üzerine hüküm bina edebilmek için hangi şartların gerektiği konusunda İmâm Gazzâlî’nin Şifâ’ü’l-ġalîl ve el-Müstasfâ min ‘ilmi’l-usûl isimli çalışmaları yol gösterici niteliktedir. Ancak iki eserin işaret ettiği şartlar birbirinden farklılaşmaktadır. İmâm Gazzâlî, Şifâ’ü’l-ġalîl eserinde bir mürsel maslahatın istidlâl ve amelde kendisine karşılık bulabilmesi için tahsînî olmaması gerektiğinin altını çizmektedir. Ayrıca bu tür mürsel maslahatlar, şerîatın esaslarına uygun olmalı ve nasslara aykırı düşmemelidir. İmâm Gazzâlî, el-Müstasfâ min ‘ilmi’l-usûl isimli eserinde ise mürsel maslahatlara yönelik sıraladığı bu şartlara bazı eklemeler yapar. Bu bağlamda maslahatın zarurî, küllî ve katî karakterini de taşıması gerektiğini işaret eder. Böylece İmâm Gazzâlî’nin usul kimliğinde iki farklı anlayış varlık kazanır. Şifâ’ü’l-ġalîl eserinde mürsel maslahatın istidlâl ve amelde işlerlik kazanabilmesi için küllî, gâlibî veya ferdî olması üzerinde dururken, el-Müstasfâ min ‘ilmi’l-usûl isimli eserinde mürsel maslahatın zarurîlik, küllîlik ve katîlik şartlarını taşıması gerektiğine dikkat çeker (Özdemir, 2023, s. 206). Bu aşamada Gazzâlî düşünce kimliğinin sınır hattının, hangi yaklaşım çerçevesinde çekildiğini tespit etmek önemlidir.
İmâm Gazzâlî’nin maslahat (fıkıh) usulüne yönelik düşünceleri çerçevesinde üzerinde karar kıldığı nihai görüş el-Müstasfâ min ‘ilmi’l-usûl isimli eserinde ortaya koyduğu çerçeveyi işaret etmektedir. Bu yaklaşım, zarurîlik vasfını taşıyan mürsel maslahatlara istidlâl ve amel kapısını aralamaktadır. İmâm Gazzâlî’nin usule yönelik bu yaklaşımı zenginleştirilebilir ve bu bağlamda şerîatın esaslarına, nasslara ve kuvvetli maslahatlara yönelik herhangi bir aykırılık taşımayan zarurî, hâcî ve tahsînî mertebesindeki mürsel maslahatlara istidlâl ve amel kapısı açılabilir. Mürsel maslahatın istidlâl ve amele dönük yüzünde kuvvetlilik bakımından hâcî ve tahsînî mertebesine de yer açılabilir olmasının sebebi; şerîatın bu maslahat mertebelerini muhatap kabul ederek, bu mertebelere yönelik beyanları kapsamasında saklıdır. Şerîatın esasları çerçevesinde zarûriyyât bağlamının karakteri berrak bir şekilde ortadadır. Pek çok nass çerçevesinde ve somut uygulama örneklerinde; zorlukların ortadan kaldırılmasına yönelik çabalara dikkat çekiliyor olması hâciyyât mertebesine varlık alanı kazandırırken; İslâm’ın Resûlullah (s.a.s.)’in üstün ahlâkına, iyiliğe ve güzelliğe verdiği önem tahsîniyyât mertebesine açılan alanı işaret etmektedir (Özdemir, 2023, s. 207-208). Bu alan, İslâm’ın her dönemde, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnetin rehberliğinden hiçbir şekilde sapmadan, en güzelini, en doğrusunu ve en faydalı olanı ortaya koyabileceği hakikatine uygulamada karşılık kazandırmak isteyen samimî ilim ve düşünce insanlarına her zaman açıktır.
Genelde fıkıh özelde İslâm iktisadı metodolojisi olarak makāsıd teorisinin, sosyal bilimler kimliğindeki karşılığını tümevarım ve tümdengelim teorisinin biraraya getirilmesi simgeler. Maslahat çerçevesinde birinci adımda tikel bağlamdan hareket edilir. Bu kapsamda tikel bağlamda İslâm’ın hükümlerinin işaret ettiği amaçlar (dinin gayeleri) tümevarım yöntemi kullanılarak tespit edilir. Böylece şerîatın tümel maksatları açıklığa kavuşturulur. Metodolojik çerçevenin ikinci basamağında tespit edilen bu tümel maksatlar referans alınarak tekil meselelere çözüm (hüküm) getirilir. Böyle yapmak bir akıl yürütme teorisi olarak tümdengelim metodunu işletmektir. Maslahat ve makāsıd teorisinin, insan ve toplum yaşamının karşı karşıya kaldığı problemlere çözüm getirebilmek için meseleci bir bakış açısı yerine bütüncül bir yaklaşım sergilemesi, bu yöntemin önemini anlatır (Canatan, 2021, s. 858-859).
Üç farklı düşünce kimliği etrafında varlık kazanan bu tartışmalara yönelik doğru olan hem usul hem fürû bakımdan klasik fıkıh birikiminden ayrılmamak ancak bu klasik yaklaşımı geliştirmek üzerinedir. Bu sayede modern dönemde ortaya çıkan yeni konu ve sorunlar, ortaya konulacak yeni ictihadlar sayesinde rahatlıkla hükme bağlanarak çözüme kavuşturulabilir. Bu türden bir yaklaşım sergilemek, bugün İslâm toplumlarında giderek daha fazla karşılık bulmaktadır. İslâm düşünce tarihinin son yüzyılında bireysel çabalar etrafında gelişen bu anlayış bugün kurumsallaşmaya yönelmiştir. Resûlullah (s.a.s.) döneminde dinî meselelerin hükme bağlanarak çözüme kavuşturulmasına yönelik çabalar; vahiy, meşveret ve Resûlullah (s.a.s.)’in ictihadı bağlamında varlık kazanmıştır. Hemen sonraki dönemde, Resûlullah (s.a.s.)’in nereye defnedileceği belirlemek başta olmak üzere halifenin seçimi, zekât vermek istemeyenlere yönelik uygulanacak tedbirler gibi farklı meseleler etrafında varlık kazanmaya başlayan dinî meseleler, çoğalarak ve çeşitlenerek bugüne kadar gelmiştir. Aslında bu meseleler, İslâm’ın insan ve toplum yaşamında karşılık bulmasının bir sonucudur. Hayatın akışı içerisinde kendisine yer bulamayan bir dinin, mesele ve problemelerinden söz etmek de anlamsızdır. İslâm dini Peygamberlik makamının Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte sona erdiğini işaret etmektedir. Bu doğrultuda Resûlullah (s.a.s.), Müslüman dünyasının, karşı karşıya kalacağı konu ve problemlere nasıl çözüm getirmesi gerektiği konusunda örnekler vermiş ve meseleyi somutlaştırarak daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Bu örneklerin biçimlendirdiği dosdoğru yolun ve uygulama adımlarının üzerine varlık kazanan usul ve ictihad anlayışını esas alarak Müslüman toplumunun çözüm getiremeyeceği ne bir mesele ne bir problem vardır. Bu durum geçmiş, bugün ve gelecek için de böyledir. Bunu başarabilmenin yolu İslâm dünyasının, Kur’ân-ı Kerîm’in sıklıkla vurgulayarak teşvik ettiği ilim ve düşünce üretiminden yoksun kalmamasıdır (Karaman, Günümüzün Dînî Problemleri ve Çözüm Yolları, 2024). İslâm’ın varlık, bilgi ve değerler anlayışı çerçevesinde üretilen ilim ve tefekkür geleneğine; iktisadî bağlamda (İslâm iktisadî düşünce tarihi kapsamında) yaklaşım sergilemenin önemi işte bu gerçeklikte saklıdır.
el-İktisâb fi’r-rızkı’l-müstetâb, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin (ö. 189/805) son dönem eserleri arasındadır. Ancak İmam Muhammed’in ömrü, İslâm iktisat düşüncesinin kazanç ve servete yönelik yaklaşımını ortaya koymayı amaçladığı bu eseri bitirmeye yetişmemiştir. Çalışmanın bugüne ulaşmayı başarabilen kısmı el-Kesb’in doğrudan kendisi değildir. Bu çalışmada da referans alınan güncel nüsha, Şemsüleimme es-Serahsî (ö. 483/1090) tarafından el-Kesb üzerine yazılan şerhtir. Bu şerh Serahsî’nin Hanefî fıkıhını konu edindiği ve temel kaynaklar arasında yer alan el-Mebsût isimli eserinin içerisinde Kitâbü’l-Kesb başlığı altında yer almaktadır (Taş, 2010, s. 41). Esas alınacak metnin Serahsî’nin şerhi olması, ifadelerin aidiyeti noktasında Serahsî’nin rolünü belirgin bir biçimde işaret etmektedir. O halde eseri; İmam Şeybânî’nin ve Serahsî’nin ortak bir çalışması olarak düşünebilmek daha uygun olacaktır. Çalışmanın geri kalanında kesb, rızık, servet meselesine yönelik açıklamalar Şeybânî’nin ve Serahsî’nin değerlendirmeleri doğrultusunda varlık kazanacaktır.
Dünya hayatı, kesb (çalışmak ve gayret etmek) üzerine kuruludur. Allah Teâlâ (cc.), kullarının çalışıp çabalamalarını, dünya düzeninin istikrar içerisinde devam edebilmesine bir sebep olarak yaratmıştır. Çalışmaktan uzak durmak, Allah Teâlâ (c.c.)’nın yasaları (sünnetullah) çerçevesinde işleyen dünya hayatının düzenini bozmak mânasına geleceğinden, insan bu yönde bir adım atmaktan menedilmiştir. İnsanın rızkının peşinden koşması öncelikle bir çabanın ve bir yorgunluğun ürünüdür. Aksi bir durum söz konusu olsa, insanların büyük çoğunluğu çalışmaktan ve çabalamaktan uzak duracaktır. Bu durumun sebebi, sonuca ulaşabilmek için çaba ve yorgunluk ortaya koymayı gerektiren bütün davranışların, insan karakteristiğine uygun düşmemesinde saklıdır. İnsan nasıl ki, ilim peşinde koşmakla sorumlu tutulmakta ise, aynı gereklilik rızkın dağıtımı için de geçerlidir. Ancak insan, rızkının peşinden koşarken samimî olmalı, övünç duymak ve üstünlük sergilemek için malını artırmanın kendisine herhangi bir fayda sağlamayacağını bilmelidir. Hadîd Suresi’nin 20. âyetinde dikkat çekildiği üzere, dünya hayatının yüzü âhiret yurduna dönük olmayan kazanç ve yararları ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir (eş-Şeybânî, 2019, s. 55). Dünya hayatının yaratılış amacı bağlamında insana çalışıp çabalama ve rızkının peşinden koşma sorumluluğunun yüklenmesi, bu sorumluluğun sınır hattının hangi noktada şekilleneceğine de açıklık getirmeyi gerektirmektedir.
Bir insanın, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlayabilecek kadar rızkı kazandıktan sonra tercih edebileceği iki farklı durum vardır. Birincisi kesb üzerine düşmeye devam etmek, ikincisi ibadete yönelmektir. Birinci kesim çalışmaya devam etmeyi daha faziletli bir davranış olarak kabul eder. Bu kimselerin öne sürdükleri görüş; ibadetin faydasının kişinin nefsine, çalışmanın faydasının toplumun geneline yönelik olduğu üzerinedir. İkinci kesim ise gereken rızkı kazandıktan sonra ibadete yönelmenin daha faziletli bir davranış olduğuna dikkat çekmektedir. Bu görüşün öne sürdüğü delil, Peygamberlerin vakitlerini sadece rızık temin etmeye ayırmamış olmaları üzerinedir. Peygamberlerin ibadet etmekle geçirdikleri süre, rızık temini için harcadıkları süreden daha fazladır. İslâm, Resûlullah (s.a.s.)’den önceki Peygamberlerin de tebliğ ettiği, insanları dosdoğru yola götüren bir yaşam biçimidir. Peygamberlerin tercihleri ve niyetleri, İslâm’ın varlık, ilim ve değerler dünyasında en üstünü ve en güzelidir. Ayrıca ibadetin fazileti konusunda iki gerçeklik daha söz konusudur. Birincisi dünya hayatının zorlukları karşısında insanın nefsini rahatlatabilmek için ibadete yönelmesidir. İkincisi ise amellerin değeri hakkındadır. Buna göre para kazanmak bütün insanların yapabileceği bir iştir. Ancak ibadetler, sadece Mümin kimselerin yapması sahih hükmünde olan davranışlardır (eş-Şeybânî, 2019, s. 56-57). Buraya kadar anlatılanlar, iktisadî faaliyetlerin öznesi- fâili (subject) olarak Müslüman insanın iktisadî yaşam alanına yönelik iradî fiillerini konu edinmektedir. Ayrıca Allah Teâlâ (c.c.), kullarının durumunu her yönü ile görmekte ve bilmekte, kullarını dilediği ölçülere göre rızıklandırmaktadır. Şûrâ Suresi’nin 27. âyeti çerçevesinde dikkat çekildiği üzere bu ölçüyü beşer planında anlayabilmek mümkün değildir (Karaman, Çağrıcı, Dönmez, & Gümüş, 2023, s. 749). İnsan fakir düşebileceği gibi, zenginliğe de sahip olabilir. İslâm iktisat düşüncesinde iktisadî faaliyetlerin amacı Allah Teâlâ (c.c.)’ya samimî bir şekilde kulluk edebilmek olduğuna göre, fakirlik ve zenginlik insan için farklı bir imtihan aracı olabilir.
Farklı yaklaşımların varlığı söz konusu olmakla birlikte Şeybânî’nin ve Serahsî’nin bu konu hakkındaki görüşü fakirliğin kullar için daha iyi olduğu yönündedir. Bir insan elde edilebilecek derecelerin en yükseği, kendisi için en güvenli olanıdır. Fakir düşen insan, zenginliğin nefsine açacağı manevra alanının yıkıcı kötülüklerinden kendisini korumuş olur. Alak Suresi’nin 6. ve 7. âyetinde, insanın haddini aşmasının sebebi olarak kendini kendisine yeterli görmesinin işaret edilmesi işte bu tehlikeye dikkat çekmektedir. İnsan nefsinin ilgisi zenginlik ve servet düşkünlüğü üzerinedir. Bu dürtü, yaratılıştan itibaren insanın karakterine işlenir. İnsan sahip olduğu mal varlığını araç edinerek nefsinin arzu ve isteklerini yerine getirebilme imkânına kavuşur. Ancak bu türden tehlikeler yoksul kimselerin uzağına düşmektedir. Yüksek mertebeler, nefsin arzularından en uzakta olan davranışlar sayesinde elde edilebilir. Resûlullah (s.a.s.)’in de tercihi fakirlikten yana olmuştur. Ancak Resûlullah (s.a.s.)’in dikkat çektiği fakirlik Allah Teâlâ (c.c.)’yı unutturacak kadar fakir düşmeyi işaret etmemektedir. Resûlullah (s.a.s.), bu derece yoksul düşmekten ise Allah Teâlâ (c.c.)’ya sığınmıştır (eş-Şeybânî, 2019, s. 59-61). İnsan, huzur ve güven içerisinde yaşam alanına kavuşabildiği ölçüde, kulluk görevlerini yerine getirmek için gereken rahatlığı yakalayabilir. Servet (fakirlik ve zenginlik) meselesi üzerine gelişen bir başka tartışma alanı ise zenginlik karşısında şükrün, fakirlik karşısında sabrın durumu hakkındadır.
Mümin, farklı musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Musibetlerin bizzat kendisi, inananlar için bir sevap kaynağıdır. Başa gelen musibete sabretmek ise ayrı bir sevap kapısıdır. Servet sahibi olmak (zenginlik) doğrudan (özü itibariyle) sevap kaynağı değildir. Sevap kazanmak, zenginliğin şükrünü eda edebilmekle mümkündür. Ayrıca bu üstünlük meselesinde tarafların birbirine karşı muhtaçlıkları bağlamında varlık kazanan bir gerçeklik daha vardır. Zengin kimseler, toplumun yoksul kesimlerine muhtaçtır. Ancak fakir kimselerin, zenginlere yönelik bir muhtaçlığı söz konusu değildir. Zengin kimseye düşen görev, Allah Teâlâ (c.c.)’nın kendisine bahşettiği mal varlığının hakkını vermektir. İktisadî ve sosyal refahın toplumun geneline yayılmasına zemin hazırlayan zekât sorumluluğunu yerine getirmek veya infâk etmek zenginin servetinin hakkını verebilmesinin örnekleridir. Fakir kimselerin zenginlerden herhangi bir yardım kabul etmemek üzere anlaşmaları durumunda, onları yardım almaya zorlayacak herhangi bir sebep ise yoktur. Allah Teâlâ (c.c.)’nın yasaları (sünnetullah) çerçevesinde zaten herkes, kendisine bahşedilmiş olan rızka kavuşacaktır. Şeybânî ve Serahsî, bütün bu görüşlerden yola çıkarak sabreden fakir kimselerin, şükreden zengin kimselerden daha faziletli mertebede bulunduğuna dikkat çekmektedir. Ancak her iki durumun birer hayır kapısı olduğu hakikatinin de altı çizilmektedir (eş-Şeybânî, 2019, s. 63-64). Meseleyi doğru bir şekilde anlayabilmek İslâm’ın iktisadî yaşam alanına bakışını özümsemekle mümkündür. Bu bakış açısının inceliğini kavrayabilmek için gereken yetkinlik dünya hayatına karşı zâhit olabilmekte saklıdır.
Âhiret yurdunun ebedî niteliğine karşılık dünya hayatı geçici bir yaşam alanıdır. Dünya hayatının anlamı insanın âhiret yurduna güzel ve doğru bir şekilde hazırlanabilmesinde saklıdır. Öyleyse İslâm’ın zâhidane yaşama yönelik vurgusu asla dünya hayatını bütünüyle terk etmek yönünde değildir. İstenen insanın zihnini ve kalbini dünya hayatı ile meşgul etmemesidir. İnsanın âhiret yurdunu ihmâl etmesi durumunda dünya hayatı amacından sapacaktır. Böyle kimseler için dünya, aldatıcılık için kullanışlı bir araç olmaktan öteye geçmez. İnsana düşen iradî fiillerini doğru yönde kullanarak dünya yurdunu, cennet meyvesini alacağı tarlaya çevirebilmektir (Karadâğî, 2020, s. 78-79).
Kaynakça
Canatan, K. (2021). Şah Veliyyullah Dihlevi. M. Bulut (Dü.) içinde, İslâm İktisadî Düşünce Tarihi 2 (s. 853-880). İstanbul: İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları.
es-Sadr, M. B. (1991). İslam ve İktisadi Ekoller (1. b.). (S. Namdar, Çev.) İstanbul: Akademi Yayınları.
eş-Şeybânî, İ. M. (2019). Kitâbü’l-Kesb: İslam İktisadında Helal Kazanç (el-İktisâb fi’r-rızkı’l-müstetâb) (1. b.). (Ş.-E. es-Serahsî, Dü., & M. Baktır, Çev.) İstanbul: Albaraka Kültür Sanat ve Yayıncılık.
Karadâğî, A. M. (2020). İslam İktisadı Mal (1. b.). (A. Kahraman, Çev.) İstanbul: Nida Yayıncılık.
Karaman, H. (2024, 09 26). Günümüzün Dînî Problemleri ve Çözüm Yolları. İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman’ın İnternet Sitesi: https://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0963.htm adresinden alındı
Karaman, H., Çağrıcı, M., Dönmez, İ. K., & Gümüş, S. (2023). Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir IV (9. b.). İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Orman, S. (1999). Başlangıcından Osmanlı’ya İktisadî Düşünce Tarihinin İslâmî Kaynakları. Divan: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi(1), s. 9-48.
Özdemir, İ. (2023). İmam Gazzâlî›de Maslahat Düşüncesi (1. b.). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Taş, A. (2010). Muhammed b. Hasan Şeybânî. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Cilt 39, s. 38-42). içinde İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM).
Zaman, A. (2019). İslam İktisadının Güncel Durumu (1. b.). (Ş. Kütük, Çev.) İstanbul: İktisat Yayınları.