Kur’ân-ı Kerîm, ilmiyle amel etmeyen bilakis âyet-
leri kulak ardı edip dalalete düşenleri gayet ağır ve müessir benzetmeler yaparak tenkit etmiştir. Nitekim bu kimselerin hali,
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hali ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” mealindeki Cuma Sûresi 5. âyet ve
“Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fa- kat o dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” mealindeki A‘râf Sûresi 176. âyetlerinde somut bir şekilde ağır bir benzetme yapılarak beyan edilmiştir.
Cuma Sûresi’ndeki bu âyet-i celîlede Allah (c.c.), ilimle ameli, amelle ihlası birbirinden ayıranları, ilim ve hikmet kitaplarını sırtında taşıyıp da yorgunluk ve meşakkatten başka elinde bir şey kalmayan merkebin haline benzetmektedir.
A‘râf Sûresi’nde de Allah (c.c.) hakikate yönelmeyen bu kimseleri “üstüne varıldığında yahut kendi haline bırakıldığında dilini sarkıtıp soluyan köpeğin haline benzetmektedir. Burada ne eşeği ne de köpeği yerme vardır. Burada sadece eşref-i mahlûkat olan, bütün yaratılmışların en şereflisi kılınan insanın inkârını tahkir etme söz konusudur. Yoksa her canlı kendi fıtrat ve yaratılışına göre kâinatta bir yere ve değere sahiptir.
Cuma Sûresi’nin 5. âyetinde zikredilen kendilerine Tevrat öğretilip bu kitabın hükümleri ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’e iman etme emri başta olmak üzere içerisindekileri uygulamakla yükümlü tutulan Ehl-i kitap, bütün emir ve nehiy mahiyetindeki bu hükümleri, iyice anlayıp yükümlülüklerini gereği şekilde yerine getirmemiş, amel etmemiş bilakis örtbas etmeye çalışmıştır. İşte bu İsrailoğulların Yahudi ve Hristiyanların meseli, hali, durumu; sırtında koca koca kitaplar, ciltler dolusu eserler taşıyan, ağır yükün alında adeta ezilen ancak ilim, amel ve irfandan habersiz merkebin durumu gibidir. Zira bu kimselere, ellerinde bulundurup okudukları kitaplardan kalan şey, o kitabın kendi aleyhlerine taşıdığı mesuliyetin ve delillerin ağır yükünden başka bir şey değildir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan top- luluğun hali ve vasfı ne çirkin ve ne kötüdür! Al- lah zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez, kalbinde hidayeti yaratmaz.
A‘râf Sûresi’ndeki 175-176. âyetlerde ise Hz. Pey-gamber’e hitaben “Ey Resûlüm! Onlara müşriklere ve İsrailoğullarına şu kimsenin (Ümeyye b. Ebî Salt gibilerinin) ibret verici haberini de anlat ki biz ona âyetlerimizi verdiğimiz hâlde o, bunları kibir ve hasedi sebebiyle inkâr ederek derisinden sıyrılıp çıkan gibi imandan sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan da onu kandırıp peşine taktı. Hatta şeytanın takipçisi olmaktan öte ona önder oldu. Artık o, yolunu yitirip helakı mukadder azgınlardan biri haline geldi.Ve eğer dileseydik, onu âyetlerimiz sâyesinde madden ve manen elbette yükseltirdik, yüceltirdik. Fakat o, alçaklığa saplandı, dünyaya meyletti, hevâsının ardına düştü. Artık onun meseli, durumu tıpkı köpeğin meseli durumu gibidir ki üstüne varsan da dilini sarkıtır solur, kendi haline bıraksan da yine dilini çıkarıp sarkıtıp solur. İşte bu âyetlerimizi tekzip eden yalanlayan kavmin güruhun meseli hali ve sıfatıdır. Ey Resûlüm! Artık sen bu gibi kıssaları anlat, belki onlar iyice düşünüverirler.” denilmektedir.
Âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için gerekli ilmî donanıma sahip olmak; başta Arap lugatı olmak üzere âyetlerin muhtevasına göre, gök-bilim, zooloji, tıp vb. ilimlere de vâkıf olmak gerekir. Kur’an’ın ele aldığımız iki âyette geçtiği üzere mesellerini inceleyen emsâlü’l-Kur’ân da çok iyi bilinmelidir. Emsâl, Arap dili ve edebiyatı başta olmak üzere her dil ve kültürde, Câhiliye devrinde, semavî kitaplarda, Hz. Lokman’ın hikmetli sözlerinde yaygın olarak kullanılmış bir ikna metodudur. Kur’an’da meseller, değil batı edebiyatçılarını Arap şair ve ediplerini bile hayrete düşürecek fesahat ve belâgattadır. Emsâlü’l-Kur’ân, “Kur’an’ın bazı önemli konularda birinci sırada istihdam ettiği ikna üslûbunun zikrini gerektirdiği temsil, teşbih, temsil-i teşbih gibi misaller ve örneklerler topluluğudur.
Emsâlü’l-Kur’an adlı eserin sahibi Maverdî, ulû-mü’l-Kur’ân’ın en önemli konularından birisinin meseller olduğunu, ancak insanların misallerle meşgul olup temsil edilen şeyin üzerinde durmadıkları için bundan gaflette olduklarını haber vermektedir. Bundan dolayı İmam Şafiî müçtehidin ulûmü’l-Kur’ân’dan bilmesi gereken konular arasında meseli saymış “Bir konuda taate sevkedip masiyetten kaçmayı ifade eden misalleri bilmek gerekmektedir.” demiştir.
Bir fikrin veya bir gerçeğin muhataba kabul ettirilmesi için getirilen emsâlü’l-Kur’ân, bazen ke- sin birer delil olma özelliği taşımakta bazen muhataba mukayese yapma imkânı vermekte bazen de kişinin düşünerek bir gerçeğe ulaşmasını sağ- lamaktadır.
Kur’an’da meseller; hatırlatma, öğüt, teşvik, sakın- dırma, ibret alma, aklın konuyu daha iyi anlamasını sağlama, hissedilebilir şekilde tasvir etme, beyanın öğrenilmesi gibi çeşitli faydaları içinde barındırmaktadır. “Doğrusu biz Kur’an’da insanlar için her türden açık misâller, anlaşılır ibretli örnekler vermiş bulunuyoruz.” (er-Rum 30/58); “Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz” (el-Haşr 59/21; ez-Zümer 39/27) buyurmaktadır. Nitekim Beyhakî, konuyla ilgili Ebû Hüreyre’den Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Şüphesiz ki Kur’an, helal, haram, muhkem, müteşabih ve misaller olmak beş şekilde inmiştir. Bundan dolayı helali bilin, haramdan sakının, muhkeme tabi olun, müteşabihe iman edin ve misallerden de ibret alın.” Ayrıca Resulullah (s.a.v.) de sözlerinde emsali kullanmıştır.
Meseller, teşbih ve temsiller bir nevi sembolik anlatımlardır. Hakikatlerin kalbe tesir ederek ifade edilmesinde ve hasmı susturmada en önemli ve etkili araçlardandır. Aklen bilinen ve fakat gözden ırak şeyleri gözle görülür hale getirirler. Bilinmeyeni bilinir, tanınmayanı ülfet edilir yaparlar. Bazı muhataplar ise bunu doğrudan hakikat zanneder. Bu esasları göz önünde bulundurmayanlar Müşebbihe ve Mücessime mezhebi mensupları gibi âyet ve hadislerdeki teşbih- temsil ve istiareleri hakikat olarak vehmetmeye başlarlar; aslana benzetilen kimsede cesaret yönünü nazara almakla yetinmeyip yele ve pençe aramaya başlayan kimse durumuna düşerler. Dolayısıyla Kur’ân’da anlatılan kıssalardan ya da getirilen mesellerden maksat şahsın tarifi değil, halini tem- sildir ve her devirde, Kur’ân ayetlerinin tasvir ettiği tipleri görmek mümkündür.
Her misalin mesel olamayacağı da bilinmelidir. Nice misaller vardır ki hikmetten uzak ve anlamsızdır. Kur’ân’daki misallerin tamamı ise hikmet dolu misaller olduğundan onlara mesel (çoğulu emsal) denilmiştir. Kur’ân’daki meseller ne insanı ne de hayvanı küçümserler. Mesellerin asıl hedefi kendini küçük düşürenlerin durumunun gözler önüne serilmesive ibret alınmasının teminidir. Bu âyet başta olmak üzere bazı âyetlerin anlaşılması için hayvanlarla ilgiliilimden (zooloji) haberdar olmak gerektiğini biraz önce zikretmiştik. Bu ilme vakıf olmayanların veya gözardı edenlerin merkep ile İsrailoğullarına ve özellikle Yahudilere takılıp kaldıkları, asıl mânayı anlama ve anlatmayı ihmal ettikleri görülmektedir. Bahse konu iki meselde deçok açık bir şekilde Yahudi ve Hıristiyanların tamamı değil haktan yüz çevirenler; benzetilen merkep ve köpeklerin de bütün hal ve sıfatları değil sadece yük taşıma ve her hâlükarda dilini sarkıtmaya dair hal ve sıfatları kastedilmektedir. Bu hayvanların öyle hal ve sıfatları vardır ki alimlerimiz bunların bazı insanlarda bulunması gerektiğini söylemişlerdir. Eşeğin yoksunluğa, zahmete, kaba kuvvete ve açlığa büyük bir sabırla katlanmak gibi özellikleriyle güçlü hafızaları sayesinde iyi bir yol gös-terici olmaları, kendilerini koruma içgüdüsü ve yüksek sezgisi sayesinde tehlikeyi önceden hissetmeleri, görmedikleri yere basmamaları, geçemeyeceklerini anladıkları hendekten atlamamaları gibi güzel sıfatlara sahip oldukları bir hakikattir. Yine Ashab-ı Kehf’in köpeğinde olduğu gibi köpeklerin kendini barındıran, yediren içiren sahibine sadakatin, vefakarlığın, bağlılığın simgesi bir hayvan olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla âyet- lerde mutlak olarak bir hayvanı aşağılamak gibi bir durumdan kesinlikle söz edilemez.
Mısır’ın Bizans valisi tarafından Peygamberimiz (s.a.v.)’e hediye edilen Ya‘fûr adındaki eşeğin Şia alimlerinin yaptığı gibi konuşturulması, bu merkebin Resûllah (s.a.v)’ın irtihalinden sonra ona olan sevgisinden dolayı çaresizlik içinde kendisini bir kuyuya attığının söylenmesi ve tarihin bazı dönemlerinde olduğu gibi merkeplerin sahipleriyle birlikte gömülmesi gibi yüceltme de bir nevi aşırılıktır ve bu da doğru değildir. Bu hayvanları fıtrat ve tabiatlarından olan hal ve sıfatlarından dolayı yermeyi ve tahkir etmeyi veya fıtratlarına uygun görevlerini ifa ederken eziyet edilmelerini zinhar uygun bulmuyoruz. Diğer taraftan olması gerekenden fazla yüceltilmelerini de tasvip etmiyoruz. Her konuda olduğu gibi burada da itidalli olunmalıdır.
Bu âyetler Resûllah (s.a.v.) dönemindeki bildikleri halde hakikati gizleyen ve onlarla amel et-meyen Yahudiler hakkında inmişse de hükmü evrenseldir. Ancak ümmet-i Muhammed’i evleviyetle ilgilendirir ve muhatap kılar. Çünkü bir kimsenin ümmet-i Muhammed olmakla müşer-ref kılınması, bu şerefin kıymetini bilerek davranmasını ilzam eder. Bu ümmetten olup da ilimle ameli, amelle ihlası ayıranlar ilmiyle amel etmeyen, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup ezberleyip gereğini yerine getirmeyenler, bu âyetin ve ondaki ağır tasvirin birinci derece muhatabıdır. Bununla birlikte elinden geleni yapan samimi halkı Kur’an’ı anlamıyor diye ya da kültürümüzde güzel bir yer edinen Ramazan aylarındaki mukabeleleri ve bir ayda hatim edenleri, “anlamadan okuyor, hiç kıymeti yok” diye eleştirmek ve bu gibi konuları âyetler bağlamında gündeme getirmek ise sapla-samanı karıştırmaktır. Hadis-i şerifte “Kur’an’ı Kerim’i maharetle okuyan bir kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’an’ı okumak ona zor geldiği halde onu kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” buyrulur. Şevkle Kur’an okuyan, bildiğince ve elinden geldiğince amel eden insanlar için Rabbimin rahmeti sonsuzdur.
Son olarak Resûlullah’ı, ashabını ve onların yolundan giden tabiini örnek almamız gerektiğini hatırlayalım. Hz. Âişe (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) ahlakını soran kişilere “Onun ahlakı Kur’an’dı” demiştir. Resûlullah’ın (s.a.v) ahlâkı Kur’an olduğu için Allah Teâlâ bütün kullarına onun ahlâkını yaşayış tarzını tavsiye ederek “Andolsun ki, sizin için Resûlullah’da Allâh’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir nûmune-i imtisal vardır.” buyurmuştur.
Ebû Abdirrahmân es-Sülemî (ö. 74/693) şöyle demiştir: “Osman b. Affan, Abdullah b. Mes‘ûd ve Kur’an’ı bize öğreten diğerleri, Peygamber’den on âyet öğrendiklerinde o âyetlerdeki ilmi bellemeden ve hayatlarına tatbik etmeden başka âyetlere geçmediklerini anlatırlardı. Kur’an’ı, ilim ve ameliyle birlikte öğrendiklerini söylerlerdi.”
Hz. Ömer’in oğlu sahâbî Abdullah’ın sekiz yılda Bakara sûresini ezberlediği yönündeki rivayet de sekiz yıllık uzun süre göz önünde bulundurulduğunda salt ezber değil, ilim ve amel birlikteliğinde bir öğrenme olduğunu göstermektedir.
Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-beyân, thk. Türkî (Cîze: DâruHecer, 1422/2001), 22/633; Cârullah ez-Zemahşerî, Keşşâf, (Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-Arabî, 1407); 4/530; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, (Beyrut: Dâruİhyâü’t-Türâsi’l-Arabî, 1420), 30/539; Kurtubî, el-Câmi’li-ahkâmi’l-Kur’ân, (Kahire: Dârü’l-Kütübi’l-Mısrıyye, 1384/1964), 18/94; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, (Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415), 14/287; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, (Tunus: Dâru’t-Tunûsiyye, 1984), 28/213.
Taberî, Câmiu’l-beyân, 10/566; Zemahşerî, Keşşâf, 2/177; Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 15/403; Kurtubî, el-Câmi‘ liahkâmi’l-Kur’ân, 7/319; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 5/103; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 9/173.
M. Fuad Abdülbâkī, el-Muʿcemü’l-Müfehres, “ms̱l” md.Ayrıca bk. Bedrettin Çetiner, “Mesel (Tefsir)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2004), 29/299.
Suyûtî, el-İtkân, (yy. 1394/1974), 4/44.
Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, (Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1410), 2/427.
Bk. Abdülkâhir el-Cürcânî, Delâilü’l- İ‘câz, (Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2001), 236-237; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, (İstanbul: Zehraveyn Yay.), 1/244.
Bk. İbnAsâkîr, Târîhu medîneti Dımaşk, (Dârü’l-Fikr, 1415/1995), 4/232.
Buhârî, “Tevhîd”, 52; Müslim, “Müsâfirîn”, 243. Ayrıca bk. EbûDâvud, “Salât”, 349; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 13; İbnMâce, “Edeb”, 52.
Müslim, “Müsâfirîn”, 139. Ayrıca bk. Nesâî, “Kıyâmü’l-leyl” 2.
Ahzâb 33/21.
Malik, Muvatta, “Kur’ân”, 11; Taberî, Câmiu’l-beyân, 1/74; Kurtubî, el-Cami’ li-ahkami’l-Kur’an, 1/244-246.