Özelde İngiltere, Fransa, Almanya, Danimarka’da, Norveç’de, ve genel olarak ise ABD dahil Batı medeniyetinin sömürge ve kontrol alanında ve hegemonyasında olan ülkelerdeki olayları doğru anlamak ve anlamlandırmak için bu medeniyeti oluşturan düşünsel, dini ve felsefi temellere göz atmak kaçınılmaz olacaktır. Aksi takdirde Batı’da İslam’a yapılan çirkin saldırıları ve yıllar önce Paris’in varoşlarında başlayarak tüm ülkeye, hatta bütün Avrupa’ya sıçrama eğilimi gösteren şiddet olaylarını basit, işsiz, öfkeli birkaç gence, Kuzey Afrikalı ve özellikle Müslüman kökenli göçmenlere bağlama yüzeyselliğine düşeriz. Elbette ki, işsizlik, aşağılanma, düşük ücretler, dağılan aileler, insanı kendi doğasına yabancılaştıran robotizm, eğitimsizlik sosyal hadiselerde önemli bir yer tutar. Ancak bütün bu olguların yanında bir medeniyete anlam ve ruh kazandıran dini, felsefi, kültürel ve düşünsel alt yapının dayandığı temellerde problem varsa o zaman suyun kaynağını analiz etmekte fayda vardır. Halbuki işin gerçeği şudur: Batı medeniyetinin temel yapı taşını oluşturan paradigma kesinlikle çoğulculuğa kapalıdır. Yani hegomonik, ırkçı ve monisttir. Bu paradigma iki temel koldan beslenir.
Birincisi Greko-Romen (Yunan ve Roma) dünya görüşü, ikincisi ise Judeo-Chritean yani Yahudi ve Hıristiyan gelenek. Bunların hepsi de öz itbarı ile monisttir, dolayısıyla, farklı renklere, dillere, dinlere, kültürlere, üretim ve tüketim biçimlerine kapalıdır. Ve nihayet ırkçıdır. Şimdi söylediklerimizi delillendirelim.
Avrupa’nın düşünsel ve kültürel temelini oluşturan antik Yunan’da insanlar köleler ve asiller olarak ikiye ayrılır ve Yunan halkı dışında yaşayan bütün toplumlar barbardır. Ancak kölelik istidadı gösterebilirler. Bundan dolayı Oripides İfijeni’ye şöyle söyletir: “Yunan özgürlük için yaratılmıştır diğer toplumlar ise kölelik için.” Yine büyük filozof Aristoteles’in “Politka’” sına ve Platon’un “Devlet” diyaloğuna baktığınız zaman Yunanlı olmayanların barbar olarak nitelendirildiklerini görürsünüz. Hatta Platon buna antropoljik bir kılıf bulmak için yukarda adını verdiğimiz eserinde bazı insanların doğuştan kölelik kabiliyeti ve ona bağlı bir psikolojik yapıyla doğduğunu ve bu bireylerin “demir cevherli” olduklarını söyler. Bir nevi Hinduizmin kast sistemine benzemektedir. Zira bilindiği gibi sınıflardan oluşan kast sisiteminde üst kastlara yükselmek söz konusu değildir. Batı’nın Roma temeli de Yunandan farklı değildir. Zira Roma’da yaygın olan en önemli sologan “İnsan ve insancıl olan biziz, çünkü biz Romalıyız” yani Roma’nın vatandaşı olamayan, Latin olmayan insandan bile sayılamaz. Bundan dolayı meşhur Fransız Gobineau‘ya kadar Avrupa’nın dışında bir medeniyet olgusuna dahi yer verilmiyordu. Sadece bir doğu vardır. O da “Bin Bir Gece Masalları”nda anlatılan arkaik, ilkel ama insana heyecan veren egzotik ve şuh kadınların erkeklerin nedimesi olduğu bir bölgedir o kadar. Orada medeniyet olarak algılanabilecek hiçbir şey yoktur. Kendi kendilerini temsil edemiyorlar öyleyse temsil edilmeleri gerekir.
İkinci beslendiği kol olan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta maalesef antik Yunan ve Roma’dan farklı değildir. Yahudiler seçkin kavimdir ve Siyonizm boyutu ile ırkçıdır o. Yehova onları dünyayı yönetmek için seçkin ve efendi kılmıştır. Diğer milletleri ise yönetilecek kölelerdir. Meşhur Balam hikayesin de olduğu gibi” O (Yahudiler) işte ayrı oturan bir kavimdir ve milletler arsında sayılmayacaktır.”
“Onlar Am Ha Baur Seçilmiş halktır”,
Haham Zvi Cook’un dediği gibi “Dünyada iki milletten söz edilebilir. Tanrı’nın KODEŞ/KUTSAL çocukları Yahudiler ve diğerleri.” Bu anlayışı muharref İncil’de, kendisi’de Yahudi ırkından olan İsa şöyle sürdürür. Bir gün Yahudi olmayan Filistili bir kadın kızını iyileştirmesi için İsa’dan yardım ister. İsa kendisinden yardım isteyen çaresiz kadına şöyle der: “Efendilerin ekmeğini alıp köpeklere atmak doğru değildir.” (Mata; Bap15, 26-27) Yani kadın Yahudi olmadığı için köpek yerine konulur… (Not. İslam geleneğine göre Hz. İsa’nın böyle bir söz söylemesi muhaldir.) Bu anlayış Kilise ve Martin Luther tarafından Hz. Peygamberin anti-Christ (şeytan) ve Bütün Müslümanların Gog ve Megog (Yecüc ve Mecüc) olarak ilan edilmesiyle en doruk noktasına ulaşır. İşin ilginç tarafı Batı dendiği zaman tüm Hiristiyanları anlamak da doğru değildir. Çünkü Anglo-Sakson; Greko_Romen ve Germen kavimler Hıristiyan dünyasında da ırkçılık yaparlar. Zira onlara göre Slavlar, yani, Ruslar, Sırplar, Bulgarlar, ve yine Ermeniler, Gürcüler, Nesturiler, Yakubiler, Habeşliler, Latin Amerika Hıristiyanları, velhasıl bütün otosefal kiliseler Yunan-Roma ve Anglo-Sakson gelenekten gelmedikleri ve halende bu kültürü yeteri derecede özümseyemedikleri için ikinci üçüncü sınıf Hıristiyan sayılırlar. Bundan dolayıdır ki, Haçlı seferleri sırasında Latin ve Anlo-sakson gruplardan oluşan Hıristiyanlar bütün doğu Hıristiyanlarını acımasızca sapkın oldukları gerekçesi ile kılıştan geçirmişlerdir. Hatta bilinenin aksine en büyük Ermeni katliamını Türkler değil İstanbul’u işgal eden Latin çapulcuları yapmıştır. Günümüzde ise bu meşum anlayışı, Batı medeniyetinin en gelişmiş şekli olan Amerika’da, bizzat Başkan Bush’la yakın ilişkileri olan Anababatist-Evangelist P.Robertson, W. Graham ve F.Graham gibi adamlar Efendimiz (s.a.v)’e adını anmak istemediğimiz en çirkin, ırkçı saldırılarını sürekli va’z ve konuşmalarınada devam ettirmektedirler. Yine Hollanda ve Fransa’da aynı çirkin saldırılar tezgahlanmakta, camiler ve Müslümanların iş yerleri ateşe verilmektedir. Neden? Çünkü bugünün Avrupa’sı bizim bazı tarihsel ve siyasal derinliği olmayan aydınların, siyasilerin zannettiğinin aksine medeni değildir sadece moderndirler. Medeni olmadıkları için de bizim geleneğimizde en güzel örneklerini bulduğumuz “medine” anlamında şehirlere sahip değildir.
Fransız Gilles de Le Uze’un tespitiyle, Batılı şehirler (Cıty) “garnizon” şehirlerdir. Yani bu şehirlerde İslam Medinelerinde (şehirleri) olduğu gibi, bir, vahid olanın kesret(çoğulcu) şeklinde kendisini tezahür ettirmesine, açmasına, inkişaf ettirmesine, bütün ayetlerini bir çiçek bahçesi gibi bezemesine vasat teşkil edecek bir ortam ve düşünsel anlayış yoktur. Yani askeri garnizonda olduğu gibi her şey hiyerarşik, tek, tip, tek, renk, tek din, tek dil, tek kanun, tek kültürdür. (un loi, un foi, un roi) Oysa “Galaksy Şehir” -yaklaşık olarak- bizde ki, Medine yahut Umran’a tekabül eder. Bir, vahid olanın (Allah) kendisinin ayetleri gereği, kesretle-çoğulculukla kendisini açtığı, bütün yaratılanları rahmetle, adaletle, merhametle, sevgi ve şefkatle kucakladığı ve uyum içerisinde insanlığa rahmet, adalet ve mutluluk bahşettiği şehirdir. Yani bu kent, tıpkı Efendimizin (s.a) “Medine”sinde olduğu gibi Yahudi’nin, Hıristiyan’ın, Mecusi ve Müşrik’in (pagan) ilahi adalet şemsiyesi altında hiç kimse tarafından haksızlık, baskı ve zulüm görmeden bütün yeteneklerini sergilediği ve geliştirdiği bir siyasal yapılanmayı ifade eder. Böyle bir “Medine-Umran” şehir anlayışından yoksun olduğu için Avrupa özellikle “öteki” olarak tanımladığı Müslümanları ve Kuzey Afrikalıları içerisine sindirememektedir. Yine AB yetkililerin ikide bir Türkiye’nin AB’ye girmesi için İslam’i kimliğinden vazgeçmesi gerekir şeklindeki beyanatları 21. yüzyılda Müslümanlar ve Özellikle Türkler söz konusu olduğunda Avrupa’nın “sosyal muhayyilesi” (Social İmagination) ve ona halen bağlı olduğuna inandığım “siyasal aklı” Ortaçağ Hıristiyan papaz ve politikacıları gibi işlev görmektedir. Nede olsa onların gelenekleri bizimki gibi şizofren bir düzeyde çatlamaya ve yırtılmaya maruz kalmadı.
Onları sindirmenin ve rahat etmenin tek bir koşulu vardır, o da Platon’un ve A.Rosenberg’in deyimi ile “yaratılışlarına uygun” bir biçimde köle statüsünde ebediyen kalmalarıdır. Yahut peygamberleri ve kutsalları aşağılık bir şekilde karikatürize edilerek veya terörle özdeşleştirmek suretiyle topyekün bir Müslüman soykırımının temellerini hazırlamaktır. Bu alçaltıcı ve ırkçı ruha sahip İngiltere Mısırdan Hindistan’a ve Anadolu’ya kadar bütün bölgeleri işgal etti. Fransa Kuzey Afrika’da Cezayir, Fas ve Senegal’e kadar olan bölgeleri işgal ederek milyonlarca insanı katletti. On binlerce kadının ırzına geçerek, milyonlarcasını sakat bıraktı. Nede olsa onlar F. Fanon’un deyimi ile “Yeryüzünün Lanetlileri” idiler. Sonra bu insanlardan arta kalan sağlıklı işe yarar olanlar Atlar gibi diş kontrollerinden geçerek, Fransa, İngiltere, Hollanda Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine götürüldüler, Onlar Paris ve Londra, Amsterdam gibi şehirlerin metrolarını, stadyumlarını, gökdelenlerini ve fabrikalarını inşa ederken kırbaç darbeleri altında can verdiler yahut sakat kaldılar. Şimdi onları torunları Türkler dahil bu kentlerin varoşlarında, gettolarda yaşamakta, en pis işlerde çalıştırılmakta, en az ücret ödenerek sözde vatandaşı oldukları bu sözde medeni ülkelerde sırf Müslüman ve yahut Kuzey Afrikalı oldukları için devletin sosyo-politik-, ekonomik kurumlarından dışlanmakta statülerinin yükselmesi sistematik bir şekilde engellenmektedir. Sürekli olarak şahsiyetleri ve kimlikleri iğdiş edilen bu insanlar sonunda “Bize yapılan bu aşağılayıcı zulmü kabul etmiyoruz” mesajını vermek için tabiri caizse Avrupa da bir intifada hareketi başlatmış bulunmaktadırlar. Türkiye ve bazı İslam ülkelerinde ise yukarıda betimlediğimiz anlayışa çok ters bir olgu vardır. O da şudur: Batı’da Hıristiyan ve Ari ırktan olmayanlar aşağılanırken, bizde ezici çoğunluğu Müslüman halkımız ülkemizdeki azınlık konumunda olan bazı gayrimüslim cemaatler, garpzede ve garpzade kişiliksiz aydınlar, devlet aygıtının ve medya kuruluşlarının stratejik noktalarında bulunan bazı Sabatayist-Dönmeler bu topraklar için kanını oluk oluk akıtan milletimizin tarihsel ve toplumsal değerlerini aşağılamaktadırlar. Tam bu noktada meşhur ”Ahvali perişanımıza Vatikan’ın cümle kardinalleri gelip Papa ile beraber yek avaz ağlasalar yeridir” öz deyişi akla gelmekte. İşte bütün bunlar “medeniyetlerin buluşması” ve Vatikan patentli “dinlerarası diyalog” tezinin İslam dünyası için dış gerçekliği olmayan iyi niyetli boş bir temenniden başka bir anlam taşımadığının en belirgin göstergeleridir. Bütün bir İslam dünyasında camilerin içlerine kadar, çoluk çocuk denmeden katliam yapılırken, Müslüman kadınlarımızın ırzına geçilirken, gelin diyalog yapalım, biraz “tolerans” gösterelim demenin mantığını anlamak çok güç. Doğrusu şudur: ”Tüm İslam dünyasından sömürgeci kanlı ellerinizi, ajan provakatörlerinizi ve ordularınızı çekin, sonra eşit şartlar altında açık, seçik, tevhidi, barışı, gençleri, aileyi, ezeli ve ebedi olan, Tevrat’ta Hz. Musa’nın on emrinde anlamını bulan, evrensel değer yargılarını korumaya yönelik diyalog yapalım.” Daha doğrusu Ali İmran 64. ayet-i kerimenin anlamında buluşalım. Fakat ne yazık ki, buna kulak asan yok. Öyle ki, İstanbul’da yapılan Dinler ve Medeniyetler Arası Diyalog Toplantısı’na mesaj gönderen Papa 16. Benedictus, mesajında Müslümanlara ve İslam’a hiçbir atıfta bulunmadığı gibi İstanbul şehrinden de Kostantinopolis olarak bahsederek gerçek niyetini olanca çıplaklığı ile ortaya koymuşlardır.
Batılılara ve özellikle Kiliseye göre İslam vahyi değil sadece sosyolojik anlamda heterodoks (sapkın) bir dindir. Dolayısıyla bütün Müslümanlar haşa sapkın bir peygambere inanmaktadırlar. Bunu bizim diyalogcular ne zaman anlayacak ve halka Batı’nın ve Kilise’nin gerçek niyetini deklere edeceklerdir.
Sonuç olarak Batıdaki sıklıkla cereyan eden İslamofobik hareketler, keza aşağılık karikatürler, İslam’ı terörizmle, fanatizmle, terakki ve ilim düşmanlığı ile özdeşleştirmeler, Batı’nın kolektif şuurunun bir buzdağı gibi uç vermesidir o kadar.
* Dinler Tarihçisi ve Siyaset Felsefecisi.