09 Şubat 2025 - Pazar

Şu anda buradasınız: / MÜSLÜMAN’IN İSLÂM’DAKİ KİMLİK VE KİŞİLİĞİNİN HAYATA YANSIMASI!
MÜSLÜMAN’IN İSLÂM’DAKİ KİMLİK VE KİŞİLİĞİNİN HAYATA YANSIMASI!

MÜSLÜMAN’IN İSLÂM’DAKİ KİMLİK VE KİŞİLİĞİNİN HAYATA YANSIMASI! ZÜBEYDE NALBANT

Her dönemde olduğu gibi Allah Teala (c.c.)’nın yaptığı mümin tarifine muhalefet vardır. Bakınız Allah Teala (c.c.) hayat mektebimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor. “Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman gerek mümin olan erkek gerek mümin olan kadın için (o hükme aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.” (Ahzab, 33/36)

Bu ayet-i kerime, bizlere İslâmi kimlik ve kişiliğe kavuşma yolunda ve yine bu ayet-i kerime’nin doğrultusunda “Şucu” veya “Bucu” olmayı reddederek salih amel işleyen ve insanları sadece ve sadece Allah (c.c.)’ya davet edip ve “Şüphesiz ben “Müslümanlardanım” diyen her mümin erkek ve kadın, başlı başına bir değerdir. Çünkü bu vasıflara sahip olan mümin erkek ve kadınlar, şahsiyetlerini İslâmi kimlik ve kişilikte bulan bu çağın en güzel insanlarıdır.

İslâmi kimlik ve kişilik her mükellefin kendi hayatında Allah (c.c.) ayetlerini, Resul-i Ekrem (s.a.s.)’in sünnetlerini şahsiyet haline getirmesidir. Başka bir ifadeyle kelime-i şehadeti gerektirmekle başlayan süreçte İslâmi hükümleri beşerî hükümlere karıştırmadan hayatın her sahasına taşımayı başarmaktır. Şehadet kelimesi insana İslam’ın kapısını açan bir anahtardır. Ancak ondan sonra uzunca bir süreç başlar. Bu İslâm’ı hayat ve şahsiyet haline getirme sürecidir. Kişi İslâm dairesine girdikten sonra hayatını kitap ve sünnet ölçüleri içinde şekillendirmeye gayret eder. Peygamber çağrısına uyup İslam dairesine girenlere kendi kişiliğinden ışıklar yansıtabilmek için yoğun bir terbiye süreci başlamıştır. Vahiyle gelen her ilahi buyruk önce kendi kişiliğine yansımış, oradan da etrafındaki müminlerin kişiliğine aktarılmıştır. Dolayısıyla kâmil manada İslâmi kimlik ve kişiliğe kavuşmak için Peygamber (s.a.s.)’i her yönüyle ve saf bir yürekle takip ve taklit etmek şarttır. Bunu yapmayanların İslâmi şahsiyete kavuşmaları mümkün değildir.

“İman edip dünya ve ahiret için yaralı işler yapanlar bilmelidirler ki, biz güzel iş yapanların ecrini asla zayi etmeyiz. Doğrusu, inanıp yaralı işler yapanlara, işte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükafat ne güzel yaslanacak yer!” (Kehf, 30/31)

Bu ayet-i kerime incelendiğinde Müslüman tam manasıyla Kur’an ve Sünnet üzere olduğu yaşadığı müddetçe bu güzelliklere sahip olacaktır. Tabii ki bu da İslâmi eğitim ve öğretimden geçmekle mümkündür. Çünkü İslâmi eğitim ve öğretim insana kendi gerçeğini tanıtır. İnsanın kendi gerçeğini tam olarak tanımasını teşkil eder. Kur’an-ı Kerimi incelediğimiz zaman şuna şahid oluruz: Kendi gerçeğini tanıma konusunda insanlar genel olarak üç kısma ayrılmaktadırlar.

1. Kişilik konusunda kendilerini olduklarından daha yukarıda görenler.

2. Kendilerini olduklarından daha aşağı görenler.

3. Kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler.

 

KENDİLERİNİ OLDUKLARINDAN YUKARIDA GÖRENLER

Bu zihniyetteki kişilere bir şey anlatmak veya bir şey öğretmek mümkün değildir. Çünkü öğretilecek her şeyin onlarda mevcut olduğunu dile getirerek karşısındaki muhatabının cahil olduğunu düşündüklerinden dolayı dışarıdan öğrenmeye ihtiyaç yoktur. Kendilerinde olmayan şeyler ise onlar için zaten gereksiz şerlerdir. Çoğu zaman çevremizde bu tip insanlara rastlamak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’in belirttiğine göre bu tip insanlar ve kavimler bu yüzden helak olup gitmişlerdir. Kur’an-ı Kerimden öğrendiğimize göre kendini büyük görenlerin zirvesinde Firavun vardır. Firavun kendisini ilah, etrafındakilerde kendisine kul ve köle olarak kabul eden birisidir. Dolayısıyla kendilerini olduklarından yukarıda görenlerin karakterleri, Firavunun karakteridir. Nitekim tarih boyunca Firavunla aynı karakterleri paylaşanlar, hakkı ve hakikati kabulden imtina etmişlerdir.

“Onlara, “Gelin Allah’ın Resulü sizin için istiğfar ediversin” denildiği zaman da başlarını bükerler ve görürsün ki büyüklük taslayarak yan çizer giderler. (Münafikun, 63/5)

Bir nezaket ve tevazu örneği olarak fetih günü Hz. Ebu Bekir ama olan ihtiyar babasının koluna girerek onu peygamber (s.a.s.)’e götürdü. Allah Rasülü  Ebu Kuhafe’yi  görünce nezaket ve tevazu ile:

__ Ey Ebu Bekir! İhtiyara zahmet vermeseydin de onu evinde ziyaret etseydik, olmaz mıydı? buyurdu. Hz. Ebu Bekir:

__ Ey Allah’ın Rasulu! Onun senin yanına gelmesi, senin onun yanına gitmenden daha uygundur, dedi.   Rasulullah (s.a.s.) Ebu Kuhafe’yi önüne oturttu ve mübarek elini kalbinin üzerine koyarak şöyle dedi.

__Ey Ebu Kuhafe! Müslüman ol, kurtul! Ebu Kuhafe kelime-i şehadet getirip müslüman oldu.” (Siret-i İbn-i Hişam Tercemesi, 4/65)

Tarihe geçen bir tevazu örnekliği daha vermek yerinde olacaktır.

Ben Kral Değilim, Kuru Et Yiyen Bir Kadının Oğluyum

Fetih günü Rasulullah (s.a.s.)’ın yanına bir adam geldi, heyecandan titremeye başlamıştı. Rasullullah (s.a.s.) ona: “Sakin ol, ben bir hükümdar ya da kral değilim. Kureyş’ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum”, dedi. (Siret-i İbn-i Hişam Tercemesi, 15/65)

Tevazuda zirvede bir insan olan Peygamber (s.a.s.), biz inananlara en güzel bir örnektir. İnsanlar onu kendilerinden biri olarak görürlerdi. Bir mecliste kendisine ayrıcalık tanınmasından hoşlanmaz, insanların arasına karışır, kendisine krallara yapılan muamelelerin benzerinin yapılmasına izin vermez, hatta “zayıf ve aciz olmadıkça kişi, yükünü kendisi taşımalıdır” diyerek yükünün taşınmasını bile kabul etmemiştir. Onun alçak gönüllüğü ve tevazu sahibi olan kişiliği doğallıkla çerçevelenmişti. Alçak gönüllülük perdesi altında taktir taşıyan tevazu türünden değildir. İnsanlara büyüklük taslayarak tepeden bakan, zafer ve başarı kazandığında nefsine galebe çaldığı an işte o insanın tepetaklak yuvarlanabileceği en tehlikeli olan alan uçurumun kenarıdır.

“Ey âdem oğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır kendisini ıslah ederse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Araf, 7/35, ayrıca bkz: 5/105, 6/48)

KENDİLERİNİ OLDUKLARINDAN AŞŞAĞI GÖRENLER

Kur’an-ı Kerim’e göre bunlar, zelil insanlardır. Kendisini olduğundan yukarı görmek nasıl bir aşırılıksa, aşağı görmekte bir aşırılıktır. Kuran eğitiminde ifrat ve tefrit şayan-ı tercih olmayıp istenmeyen şeylerdir. Gerek ifrat ve gerekse tefrit gibi aşırılıklar genellikle aksini doğururlar. Bu yüzden İslâmi ölçülerde aşırılık kabul edilmez. Aşırılıkların istenmeyen tutumlar olduğunu anlamak zor değildir. Zor olan neyin aşırı olup olmadığıdır. Bu sınırı bilmeyen insanlar bir hayli aşırı işleri normal kabul edebileceği gibi, bir o kadar normali de aşırı kabul edebilir. Öyle ki: Sanırım İslâm toplumunun önemli sıkıntılarının büyük ve önemli kısmı buradan kaynaklanmaktadır. Bir insanın kendisini olduğundan aşağı görmesi karşımıza şahsiyet problemini çıkarmaktadır. Böyle zafiyet hastalığı olan insanların İslami temsil ve tebliğ edebilmesi ve ümmete veli olup ümmet hakkında hüküm vermesi mümkün değildir. Böyle bir insandan inandığı şeyleri savunması beklenemez. Kişilik hastalığına yakalanmış insanların en bariz örneği münafıklardır. Bunların kime, nereye, hangi fikre, hangi inanca bağlı olduklarını bilmek mümkün değildir. Bizler gibi düşünür bizler gibi konuşur onların dostluklarına da düşmanlıklarına da güvenilmez. Onların içleri başkadır dışları başkadır.

“Bir de Müminlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de (sizin gibi) iman ettik” derler. Halbuki şeytanlarıyla yalnız başına kaldıkları zaman: “Biz dinde sizinle beraberiz, biz ancak (müminlerle) istihaze edicileriz, derler.”  (Bakara, 2/14)

Görüldüğü gibi, kendini beğenerek böbürlenen, kendisinde doğa üstü güçler vehmeden insan ne kadar tehlikeliyse, kendisini küçük ve değersiz gören zelil, inançsız, insanda o kadar tehlikelidir. Bu yüzden çok dikkat edilmesi gerekir ki her eğitimcilerin kendi toplumlarına yapacakları en büyük hizmet, o toplumları kişilik sahibi şahsiyetli insanlar yetiştirmektir. Bunu yapamaz veya yapmakta geç kalınırsa o toplumun içine iflah olmayan kanser girmiş demektir. Böyle şahsiyetli kişiler bir toplumun yönetimini ele geçirirlerse bir daha onlardan kurtulmak kolay olmayacaktır. Çünkü onlar düzenlerini öyle kurarlar ki o kurdukları düzenin içinde şahsiyetli kişilerin hiçbir zaman yeri yoktur.

Öyle ki şahsiyetsiz kişilik sahibi kişiler çoğunlukla korkaktırlar. Kur’an’a göre insanın kendisini büyük sanarak kibirlenmesi de kendisini küçük görerek zillete düşmesi de onun çıkmazıdır. Hatta dinin izzetini temsil eden her müslümanın, kendi adına tevazu göstermesi hoş karşılanabilir. Ama dini adına vakarını kaybetmesi hoş karşılanmamaktadır.

“Muhakkak ki nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9)

HAK OLAN KENDİ GERÇEKLERİNİ OLDUĞU GİBİ GÖRENLER

Öyle ki kendini tanıyan insan Rabbini tanıyan insandır. Kendini tanıyan insan, kendi varlığının gerçeklerini kâmil manada bilen insandır. “O nedir? Nereden gelmiştir? Gelişinin amacı nedir? Nereye gitmektedir? Nasıl gitmektedir? Hayat nedir? Hayatın amacı nedir? Bu amaca ulaşmak için yeterli bilgi ve donanıma sahip midir? Öyle ki insan herkesi kandırır ama kendini kandıramaz, sadece kendini avutmaya çalışır. Çünkü insan kendi yetersizliğinin bilinci içindedir.

Öyle ki: Kul “Allah’ın ganî, kulun fakir olduğunu” düstur edinmiştir. Ne kadar mala ve ne kadar ilme sahip olursa olsun, daima aciz ve ihtiyaç içinde olduğunun idraki içindedir. Onun hacet kapısı Allah Teala (c.c.)’dır. Hayata bir imtihan için geldiğini, bu itibarla bu imtihana hazır olması gerektiğini bilir. Ona göre dünya hayatını değerlendirmekle beraber dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir. O yüzden bu yalan dünyaya gönül verip bağlanmaya değmez. Emin olunması gerekir ki ahiret yurdu dünyadan daha hayırlıdır. Çünkü ebedi hayat oradadır. Muvahhid kulun samimi bir inancı ve salih bir ameli vardır. Her türlü riya ve gururdan uzaktır, yüzünde hep inancının vakarını görmek mümkündür. Yani sevdiğini Allah için sever, sevmediğini de Allah için buğz eder. Böyle insanların bir kişilik problemi olmamaktadır, Allah ve Allah’ın yarattıkları ile uyum içerisindedir. Öyle ki kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler İslâmi kimlik ve kişilik sahibi olan insanlardır. Şunu unutmamak ta gerekir ki olduğu gibi görünme veya göründüğü gibi olma erdemliliği, İslâmi kimlik ve kişiliğe sahip olanlar sahiptir.

“Biz inanan muvahhid müminlere en güzel örneklik teşkil eden Peygamberimiz (s.a.s.) ve o güzide asr-ı saadetteki Müslümanlar hakiki manada İslâmi kimlik ve kişiliğe sahip idiler. Çünkü onlar o güzide insanlar Peygamberimiz (s.a.s.)’in terbiye mektebinde okudular. Bilindiği gibi peygamberimiz (s.a.s.) Mekke de İslâm ı tebliğ etmeye başladığı zaman Dar’un-Nedve adındaki Tağutlar meclisi ile karşılaştığı zaman vakit geçirmeden hemen Dar’ul-Erkam’ı kurdu. Dar’ul Erkam; Müslümanları şahsi kimlik ve kişiliğe kavuşturan şer’i şahsiyet mektebidir. Çağdaş Dar’un-Nedve’lerin kuşatması altındaki beldelerde Müslümanlar tarafından, Dar’ul-Erkamlar, salih ve salihalar oluşturulmadan, İslâmi kimlik ve kişiliğe kavuşulması mümkün değildir. İslâmi kimlik ve kişiliğe kavuşmak isteyenlerin yapacakları şey çağdaş Dar’un-Nedve’ler karşısında, Dar’ul-Erkam’ları oluşturmaktır. Yeri gelmişken şunu da söylemekte fayda vardır: Dar’ul-Erkam’ı oluşturan bireylerin tümü kendilerini bu davaya adamış müminlerdir. Öyle ki adam işinde, ticaretinde yorgun bir şekilde akşamları dinlenmek için evine geliyor, düşünce jimnastiği yapmak için bir saat vakıfa veya başka bir yere gidiyor sonrada buraya Dar’ul-Erkam diyor. Halbuki buraya Dar’ul-Erkam demek yanlıştır. Çünkü Dar’ul-Erkam, kendilerini Allah’ın davasına feda eden insanların, hak davasını nasıl ortaya koyacaklarını kararlaştırdığı yerin adıdır.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “İnsanlar içine karışıp ta onlardan gelecek sıkıntılara katlanan Müslüman, insanlara karışmayıp onlardan gelecek sıkıntıya sabretmek durumunda olmayan Müslümandan daha hayırlıdır.” (Ahmed b. Hnbel, V, 365)

Hira dağındaki mağaraya çekilip tefekkür etmesi, insanlığın halini düşünmesi, dünyaya kapılmamayı salık vermesi, nefis tezkiyesi için ihsanı tarif etmesi ve Hz. Aişe’nin çokça ibadet edişi karşısında “geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmış değil mi” sözüne karşın “Allah’a şükredici kul olmayayım mı?” sorusuyla cevap vermesi, Rasulallah (s.a.s.)’in  hayatında ruhi hayata ve nefis tezkiyesine verilen ehemmiyetin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir.

DEGERLENDİRME

Siret yüze yansır. Öyle ki görünümü güzel olmayan öyle insanlar vardı ki duygularıyla, düşünceleriyle, hareketleriyle bir bütünlük arz edince detayları görmez, o bütünleşen güzelliğe gönül kapılarını açıverirsiniz. İç dünyasındaki güzelliğin simaya aksetmesiyle sevimli ve sıcak geliverir. “O, insan size ve pek çok güzele tercih ediliverir. Bu hakikat en güzel ifadesini Hz. Ömer’in şu ifadesinde bulur. “Kim kendi iç dünyasını, gönlündeki duyguları güzelleştirirse, Allah’ta onun iç dünyasını güzelleştirir.

Siret, yüze yansır. Yani insanın yaşadığı hayat, geçen yıllar, kökleşen duygular yüzde izler bırakır. Bu izler kişinin inancı, zekâsı, şuur altında biriktirdikleri, duyguları ve tuttuğu yol hakkında bizlere ipucu verir. Bununla beraber yapılan bir iyilik, işlenen güzel bir davranış, düşünülen bir hayır o anda bile yüze bir aydınlık ve huzur ifadesi verir.

Ebu Ubeyde’nin dişinin eksikliğine rağmen yüzünde görünen güzellik, ruhunda taşıdığı o güzel hasletlerin, imanındaki samimiyetin ve Rasulullah (s.a.s.)’in ardı sıra yürüdüğü yoldaki istikametin bir tezahürüdür.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah, bir kimsenin içinde sakladığı duyguların örtüsünü yüzüne giydirir. Bu duygular hayırlı ise, yüzüne giydirilen örtüde hayırlı, şerli ise oda şerlidir. (Muhtasar İbn Kesir, 3/355. Taberani’den)     

           Sonuç olarak kişinin nüfuz cüzdanının din hanesine “İslâm kelimesinin yazılması kendisini İslâmi kimlik ve kişilik sahibi yapmaz. Kişiyi İslâm’i kimlik ve kişilik sahibi yapan Tevhid inancı ile salih amelleridir. Bu münasebetle diyoruz ki; İslâm coğrafyasında İslâmi hükümleri hayatın her sahasında uygulama konusunda Tağut’lardan daha tehlikeli olanlar, İslami kimlik ve kişiliklerini kaybetmiş ve kaybetmiş oldukları İslâmi kimlik ve kişiliklerini aramayan müslümanlardır.              

                

               

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul