
Tarihte kadının yeri hep tartışılagelen bir konu olmuştur. Kadın, kimi zaman çok değersiz görülüp insan yerine bile konmazken, kimi zaman da yüceltilmiştir. Bazı medeniyetlerde kadına uğursuzluk, bazı medeniyetlerde ise bereket atfedilmiştir. Hristiyanlık ve Yahudîlik başta olmak üzere pek çok dinde kadın, hak ettiği değeri görememiştir. Oysa İslâm Dini kadını, erkekten ayırt etmeyip onu bilhassa cahiliye döneminin olumsuz yaklaşımlarından kurtarmıştır. İlâhî emrin muhatabı olan kadınlara pek çok ayette ve hadiste yer verilmiş, kadını konu edinen sûre nâzil olmuştur ve hiçbir dinin veremediği değeri ve hakları kadına İslâm Dini vermiştir.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Sizin en hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır."1
İslam’ın, kadını hangi vaziyetten alıp, hangi statüye yükselttiğini anlayabilmek için öncelikle kadının cahiliye dönemindeki konumuna bakmak gerekmektedir.
İslâm’dan önce bizim “Cahiliye Dönemi” diye isimlendirdiğimiz zaman diliminde, kadının varlığı sadece erkeklere hizmet ve bazı ihtiyaçlarını görme konusundaydı. Kız çocuğuna sahip olmak, çoğu zaman bir yük ve ayıp olarak algılanırdı.
Bu duruma, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle yer verilmiştir:
“Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde, öfkelenerek yüzü mosmor kesilir. (Aklınca) verilen müjdenin kötülüğünden dolayı halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen, onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar.”2
Özelde kız çocuklarının gömülmesi, genelde kadının itibarsız bir konumda bulunmasının arkasındaki sebeplerden biri de savaşlardır. Bir savaş toplumu olan cahiliye Arabları için, ganimet malları toplamak ve çöl halkı üzerinde hâkimiyet kurmak oldukça önemlidir ve bunu yolu da daha fazla savaşçıya sahip olmaktan geçmektedir. Bundan dolayı erkek çocuğu sahibi olmak, bir iftihar vesilesidir.
Bu nedenlerden dolayı, doğan çocuğun erkek olması bir neşe, kız olması ise bir utanç sebebi olarak görülmüştür. Aynı anlayışın bir yansıması olarak kadınlar, kadın olarak değil, doğurdukları erkek çocukları sayesinde şan ve şeref kazanmıştır.
Cahiliye döneminde kadın, mirastan pay alamadığı gibi, Medine ve civarındaki uygulamaya kocasının ölmesi hâlinde dul kalan kadın terekeden sayılıp bir mal gibi mirasçılara intikal ederdi. Cahiliye Arablarının anlayışına göre kadınlar, evlilikleri esnasında eşlerinin malı olarak görülürler ve onların varisi kabul edilmedikleri gibi, kocaları vefat ettikten sonra bir eşya gibi sorumlulukları mirasçılara devredilirdi. İslâm, bu anlayış ve uygulamayı da kökünden reddederek kadını, ölen kocasına varis kılmıştır.
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, annesi, babası ve çocukları bulunmadığı hâlde malı (diğer) mirasçılara kalırsa ve bir erkek yahud bir kız kardeşi varsa, vasiyetten ve borçtan sonra her birinin payı altıda birdir. Bundan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar. Kimse zarar görmesin, Allah’ın hükmü budur. Allah her şeyi bilendir, hilim sahibidir.”3
Bütün bu bilgiler, bize İslâm’dan önceki dönemde kadının sosyal hayatın çoğu alanlarında yer almasının mümkün olmadığını, bir insan olarak sahip olması gereken insanî haklardan dahi mahrum bırakıldığını açıkça ortaya koymaktadır.
İslâm nâzil olduğunda, kadın için ortaya konulan hak ve esasları gören Hz. Ömer, bu değişimi şöyle dile getirmiştir:
“İslâm öncesinde bizler kadına hiç değer vermezdik. Ne zaman ki İslâm geldi, Allah onlardan söz ettiği zaman artık onların da birtakım haklara sahip olduklarını anladık.”4
Bunun üzerine şunu diyebiliriz: Vahiy, kadının bir insan olarak değerli olduğunu ortaya koyan yeni bir dünya anlayışı ortaya koyar.
Toplum hayatı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, kadınlara verdiği değer bakımından İslâm, dünya tarihinde eşsiz bir üstünlüğe sahiptir. Cahiliye dönemindeki uygulamalar, İslâm Dini'nin gelişiyle değiştirilmiş ve kadınlar hak ettiği değere kavuşmuşlardır. İslâm’ın, kadınlara layık oldukları haklarını teslim ettiğini ve onları toplumda saygın bir konuma yükselttiğinin delillerinden en önemlisi, Allah’ın kadınlara, dinî bakımdan eşit hak vermesi ve aynı oranda sorumluluk yüklemesidir.
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor.
“Erkek olsun, kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve âhirette yararlı işler yaparsa, kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz. “5
İslâm Dini'nde kadın ve erkek, yaratılış bakımından birbirinden farklı değildir. Bu sebeple ayetler, “Ey insanlar” ya da “Ey iman edenler” şeklinde bir hitapla başlar. Bu ifadeler hem kadınları, hem de erkekleri kapsar.
İslâm’ın ilk emri ve Kur’ân’ın ilk âyeti, “oku” diye tercüme edilen bir kelimedir. Bu ayet, Hz. Peygamber’in şahsında tüm İslâm dünyasına hitap etmiştir. Yani, Allah’ın emrini yerine getirmekle yükümlü tutulan muhataplar, belirli bir topluluk veya cinsiyete sahip olan kişiler değildir. Tüm Müslümanlar, bu emrin muhatabı olup emrin gereğini yerine getirmek zorundadır. İslâm, ilim tahsilini herhangi bir insan sınıfıyla sınırlı tutmamış, kadın ve erkek arasında da bir ayrım gözetmemiştir. Hem erkek, hem de kadın ilim tahsil etmekle vazifelidirler. Ne biri diğerinden üstündür, ne de birinin bu görevi yerine getirmesiyle diğerinin üzerinden sorumluluk düşmüş olur.
Rasulullah (s.a.s.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“İlim talep etmek/öğrenmek her Müslümana farzdır.”6
İslâm’da kadının değeri, onun Allah’ın yarattığı bir varlık olarak sahip olduğu haklar ve değerlerle belirlenir. Kadın, İslâm’a göre toplumun temel birimi olan aileyi güçlendiren ve toplumun ilerlemesine katkı sağlayan önemli bir varlıktır. Bu nedenle dinimiz olan İslâm, kadınlara saygı duymayı, haklarını korumayı ve onlara değer verilmesini önemseyen bir din olarak bilinir.
Kur’ân nâzil olduğu dönemde kadını, belli bir statüde bulmuş, ancak onun içinde bulunduğu olumsuz şartları değiştirmek için çeşitli unsurları devreye sokarak, kadının konumunu devrim niteliğinde değiştirmiştir. Ancak zamanın ilerlemesiyle kadınların, kendilerine tanınan bu hakları yeterince kullanamadıklarını veya çarpıtarak asıl olması gereken formdan çıktığı kaçınılmayacak bir gerçek. Bunun temeldeki sebebi ise, kadın kavramı üzerine yapılan sömürüdür.
Kavramlar, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü, sistemi, kültür ve medeniyet kodlarını algılayıp değerlendirebilme aracı olduğundan dolayı, toplumun dünya görüşünde, düşünce dünyasında, değer algısında meydana gelen değişimler, dile ve kavramlara yansır. Buna, “dilde zaman faktörü” denmektedir. Zamana bağlı olarak bazı kavramlar doğarken, bazıları yok olup gider, bazıları da asıl mahiyetlerini kaybederek varlığını devam ettirir. Dolayısıyla, kavramların değişimi ile toplumsal değişim arasında ciddî bir ilişki vardır. Bu durum, aileyi ilgilendiren kelime ve kavramların, hem kelime olarak, hem de anlam olarak değişiminde kolayca görülebilir.
Modernizm, bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de, insanın var oluş nedenini çarpıtarak insanı sömürmektedir. Ve modern düşünce, insanı, tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim alışkanlığını sunmaktadır. Bu çerçeveden sömürülmesi ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi devrimi ile ucuz iş gücüne duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün de bir reklam aracı olarak kullanıldığı aşikârdır. Modern düşüncede kadın, bilgisiyle, görgüsü ve ahlâkıyla değil, kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer kazanır.
Medyanın, kadın kavramının çöküşündeki rolü de göz ardı edilemez. Medya, günümüz toplumlarında güçlü bir etkiye sahiptir ve kültürel değerleri, algıları ve toplumsal normları şekillendirmede önemli bir rol oynar. Kadın kavramının çöküşü, medyanın yaydığı yanlış ve aşağılayıcı imgelerin, mesajların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Medya, genellikle kadınları nesneleştirme eğilimindedir, yani onlar sadece birer obje olarak gösterir. Kadınlar, reklamlarda ve filmlerde genellikle görsel unsurlar olarak sunulur. Bu, kadının değerinin sadece dış görünüşüyle ilişkilendirilmesine ve kişiliklerinin göz ardı edilmesine neden olur.
Ahmed Kalkan, "Kavram Tefsiri"nde “Cahili Düşünce ve Diğer Dinlerde Kadın” başlığı altında bu konudan şöyle bahseder:
“Çağımız cahiliyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip cahilî oyunların kurbanı olmuştur. Arab toplumunda diri diri toprağa gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiasıyla tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir. Ancak bir farkla, bu defa kadın gerçekten diri diri bir batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu fark etmesi mümkün olmayacaktır.”
Hayatımıza yapısal ve sosyal olarak yön veren modernite fikri, çok boyutlu bir baskı algısı üzerine varlığını oluşturarak hayatiyetini sürdürmektedir. Bugün, tüm dünyada görülen belirsizlik ağırlıklı olarak birkaç asırlık bir mirasın yansıması olarak gerçekleşmiştir. Süregelen miras, insanlığa özgürlüğü vadedebilme adına onu bir karmaşa ile baş başa bırakmıştır. Bu belirsizlik karmaşası, insanın hür ve özgür olması olarak isimlendiren mantık aslında, her türlü sabiteden şüphe duymasını sağlayarak, bir bilinç yoksunluğunu amaçlamaktadır.
Kadının sosyalleşmesi olarak ifade edilen ev kadınlığının vasıfsız, anneliğin değersiz görüldüğü bir düzeneğin çalışma anlayışı sorgulanmalıdır. Modernizm ile birlikte geleneksel konumundan uzaklaşan ve değişim sürecine giren kadın, değerlerinin tekrar farkına varmalı, toplumu yetiştirme gibi önemli bir misyonu üstlendiğinin farkına varmalıdır. Toplum açısından ise, aile merkeze alınarak planlar yapılmalıdır. Bunun için gerekli şartlar hazırlanmalıdır. Aile kurumu fonksiyonlarını geliştirmelidir. Kadın rolleri, statüsü, konumu çerçevesinde yeniden inşa edilmelidir.
- Müslim, Birr, 149.
- Nahl, 16/58-59.
- Nisa, 4/12.
- Buhârî, Libas, 31. Tefsir, 66. Müslim, Talak, 32.
- Nahl, 16/97. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/195. Ahzab, 33/35.
- İbn Mace, Mukaddime, 17.