09 Şubat 2025 - Pazar

Şu anda buradasınız: / SAVAŞIN İŞGAL REJİMİNE YANSIMASI
SAVAŞIN İŞGAL REJİMİNE YANSIMASI

SAVAŞIN İŞGAL REJİMİNE YANSIMASI Ahmet VAROL

 

Siyonist işgal rejimi, Gazze Şeridi’ne yönelik olarak dokuz aydan beri devam eden bir soykırım savaşı içinde. Bizim bu yazıyı yazdığımız sırada zihinleri meşgul etmeye devam eden ateşkes konusunun, yazımızın yayınlandığı tarihlerde neticeye bağlanmasının ise pek muhtemel olmadığını sanıyoruz.

Siyonist işgal rejimi bu savaşı tek başına yürütmüyor. Küresel emperyalizmin özellikle Batı kanadı bu savaşın bilfiil içindedir. Sadece diplomatik alanda veya kamuoyunu yanıltma amaçlı medya faaliyetleriyle değil askeri mekanizmasıyla savaşın içinde olduğu artık iyice gün yüzüne çıkmıştır. ABD ise savaşı fiilen yöneten ve yürüten bir ülke niteliğindedir. Bu yüzden savaş görünüşte Siyonist işgal rejiminin savaşı olsa da gerçekte küresel emperyalizmin başını çeken ABD’nin savaşıdır. Savaşın başlatılması ABD’nin kararıyla oldu, bitmesi de yine onun kararına bağlıdır. Bu itibarla ateşkes konusunda İsrail’in veya Netanyahu’nun hükümet ortaklarının sahneye yansıtılan itirazları hiçbir anlam ifade etmez. ABD’nin kesin kararı verdiği gün savaş da bitecektir.

Savaşın Gazze’de sebep olduğu katliam ve yıkım, Siyonist işgal güçlerinin ve onun arkasında duran emperyalist güçlerin insani değerlerden ne kadar uzak olduğu hakkında çok şey konuşuldu ve daha konuşulacak. Şu var ki gerek işgal rejimini ve gerekse savaşın asıl koordinatörü durumundaki ABD’yi ateşkes konusunu gündeme almaya yönelten sebep Gazze halkının içine düştüğü durum değildir. Onları bu konuyu ciddiye almaya ve birtakım formüller üzerinde düşünmeye zorlayan asıl sebep savaşın siyonist işgal rejimine ve toplumuna yansımalarıdır. O yüzden olayın bu boyutu üzerinde de durmak ve ciddiye alınması gereken hususlara temas etmek gerektiğini düşünüyoruz.

Her şeyden önce önce gerek Siyonist işgal rejimi ve gerekse onu böyle geniş çaplı bir saldırı kararı verme konusunda cüretlendiren ABD yönetimi savaşın bu kadar uzayacağını tahmin etmiyordu. Onların beklentisi, aşırı derecede yıpratıcı ve yıkıcı savaş karşısında Filistin direnişinin çok dayanamayacağı ve teslim olmayı kabul edeceği yönündeydi. Bu itibarla işgal rejiminin ve ABD’nin başlangıçtaki planı, Gazze Şeridi’ne yönelik olarak 2005 sonrasında gerçekleştirilen muhtelif kapsamlı saldırılarda olduğu gibi ateşkes pazarlığı yapmak değil, Filistin direnişini kendisine dayatılan şartların tamamını kabul edeceği bir teslimiyete zorlamaktı. Yeni bir ateşkes pazarlığı kesinlikle gündemlerinde yoktu ve ondan dolayı olayların başlangıcında sadece işgal rejiminin başbakanı Netanyahu değil aynı zamanda savaşın asıl koordinatörü durumundaki ABD de ateşkes konusunu kesinlikle gündeme almak istemiyor, sivil can kaybının çok yüksek olmasına rağmen yine de direniş tam teslimiyet ilan edinceye kadar silahların susturulmaması, kimsenin bu konuyu kendilerine hatırlatmaması gerektiğini bağırarak söylüyordu.

Netanyahu ve ona gaz veren ABD, bu konuda kendilerinden çok emin olduklarından Hamas’ı bitirmeden savaşın bitirilmeyeceğini her fırsatta dile getiriyordu. Netanyahu aynı zamanda Siyonist topluma verdiği mesajlarında bu savaşta üç temel hedef belirlediğini, bunların birincisinin rehineleri sağ olarak ve pazarlıksız bir şekilde kurtarmak, ikincisinin Hamas’ı tamamen tasfiye etmek, üçüncüsünün de Gazze’yi ya tamamen tahliye etmek ya da orada kalmaya devam etmek isteyenleri İsrail’in şekillendireceği bir yönetime mecbur etmek olduğunu çok açık ifadelerle dile getirmekten çekinmiyordu.

Ancak savaşın uzamasının gerek işgal rejiminin siyasi iktidarına gerekse Siyonist topluma yönelik ciddi yansımaları olduğu gibi siyonist işgalin geleceğiyle ilgili önemli endişeler hasıl olmasına da yol açtı.

Her şeyden önce savaşın sebep olduğu askeri kayıplar, işgal ordusunun resmî açıklamalarında verilen rakamlardan çok fazladır. Bunu sadece Filistin direnişi söylemiyor, bizzat siyonistlerin kendi haber kaynakları dile getiriyor. Çünkü en başta işgal ordusunun açıklamalarında verilen rakamlar ile işgal rejiminin hastanelerinin açıkladığı kayıtlar arasında tam bir uçurum olduğu dikkatlerden kaçmıyor. İşgal ordusu yaralı asker sayısını hâlâ üç binlerde gösterirken, hastane kayıtlarına dayanan bilgiler kalıcı bir şekilde sakat kalan asker sayısının bile 10 bini geçtiği gerçeğini gösteriyor.

Resmi olarak işgal ordusuna kayıtlı olmayan yedeklerden ve ücretli olarak dünyanın değişik ülkelerinden getirtilip savaşanlardan ölenlerin ve yaralananların sayılarının ordunun resmî açıklamalarında verilen rakamlara dahil edilmediği yine siyonistlerin kendi haber kaynaklarında dile getirildi.

Bu durum cepheye sürülen askerlerde moral kaybının ve can korkusunun çok yüksek düzeye çıkmasına neden olduğundan böyle bir orduyla savaşı sürdürmenin de çok zor olacağı görülüyor. Zaten işgal ordusunun en üst düzeydeki yetkilileriyle siyasi iktidarın başını çekenler arasında çok sert tartışmalar yaşanmasının sebebi de budur. Yine bizzat ordu sözcüsünün Hamas’ı bitirmenin mümkün olmadığını, çünkü onun halkın gönlünde yer etmiş olduğunu açık bir şekilde ifade etmesinin arka planında da bu tartışmalar var. Oysa bu yöndeki açıklamalar işgal hükümetinin başbakanı Netanyahu’nun savaşın başlangıcında ilan ettiği temel hedeflere tamamen ters düşmektedir.

Neticede çıkan tartışmalar kendisinin koalisyonuna ortak olmayan bazı muhaliflerine “sus payı” olarak bakanlık sıfatı vermek ve onları da aktif olarak olayın içinde yer almaya yöneltmek için oluşturduğu Savaş Kabinesi’nin üyelerinden bazılarını istifaya zorladı. Çünkü onlar Netanyahu’nun tutumuna ortak olmaları durumunda savaşın yüklediği ağır siyasi külfete de ortak olmak zorunda kalacaklarını gördüklerinden enkazı Netanyahu’nun üzerine bırakıp kenara çekilmeyi tercih ettiler. Netanyahu da onların bu tutumlarını ihanet olarak nitelendirdi. Ama bu arada Savaş Kabinesi’nin de artık fonksiyonunu kaybettiğini gördüğü için onu feshetti.

ABD, bu savaşta Siyonist işgal rejimine çok büyük maddi destekte bulunduğundan ekonomik kayıpların işgal rejimini çok fazla sarsmayacağı düşünülebilir. Ama ekonomik kaybın bir siyasi iktidara bir de topluma ve fertlere yansıyan tarafı olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Hükümet her ne kadar topluma ve fertlere yansıyan yükünü hafifletmek için birtakım desteklerde bulunuyorsa da bunun sadece onların ayakta kalmalarına yardım etme amacı taşıdığını, savaştan kaynaklanan gelir kayıplarının telafi edilmesi niteliğinde olmadığını belirtmekte yarar var. Gelir kaybının uzun süre devam etmesi ise ekonomik kuruluşların ve oralarda çalışanların, telafisi kısa sürede mümkün olamayacak hatta belki yıllar sürecek gelir kaybı yaşamalarına sebep olmaktadır.

İşgal rejimi Gazze Şeridi etrafındaki yahudi yerleşim merkezlerini direniş füzelerinden ve savaş ortamından kaynaklanan riskler sebebiyle tamamen tahliye etti. Bir ara hükümet yetkililerinin buralardaki yerleşim merkezlerinde ikamet edenlerin geri dönüşlerinin bir takvime bağlanacağına dair açıklamalar yapmaları üzerine yerleşim merkezlerinin yerel yönetimlerinin yetkilileri şiddetle karşı çıktı ve tam güvenlik sağlanıncaya kadar kesinlikle geri dönmeyi kabul etmeyeceklerini dile getirdiler.

Bunun yanı sıra Lübnan tarafından düzenlenen füze saldırıları sebebiyle işgal rejimi 1948’de işgal edilmiş bölgenin kuzey kesimini yani Lübnan sınırına yakın bölgeleri özellikle de Yukarı El-Celil’den yukarısını da tamamen tahliye etti.

Gerek Gazze çevresindeki yerleşim merkezlerinin ve gerekse Yukarı El-Celil’in yukarısının tahliyesi yüzünden 600 bin civarında işgalcinin geçici ikamet bölgelerinde tutulduğu yine Siyonistlerin haber kaynaklarında verilen bilgilerden anlaşılıyor. Bu nüfus tamamen atıl durumda olduğu dolayısıyla ekonomiye herhangi bir katkıları olmadığı gibi işgal hükümeti onların hayatlarını idame ettirebilmeleri, geçimlerini sürdürebilmeleri için kendilerine sürekli ödeme yapmak zorunda.

Bunun yanı sıra 500 bin civarında işgalcinin de başka ülkelere göç ettiği tahmin ediliyor ki bunlar geçici olarak da olsa işgal rejiminin aktif ekonomisinin dışına çıkmış sayılıyorlar. Kaldı ki bunların önemli bir kısmının geri dönmemesi ihtimalinin yüksek olduğu düşünülüyor. Bu kadar nüfusun tersine göçü işgal rejimine ekonomik, demografik ve siyasi yönden önemli bir darbe sayılır. Çünkü işgal rejimi işgal altındaki topraklarda Yahudi nüfusu artırabilmek için geniş çaplı kampanyalar yürütüyor ve bu kampanyalar için önemli harcamalarda bulunuyor.

İşgal ordusunun sağ olarak kurtaracağını iddia ettiği esirlerin birçoğunu saldırılarında öldürmesi Siyonist toplumda tepkilerin artmasına neden oldu. Bu tepkiler sürekli gösterilerle ve yürüyüşlerle sokaklara yansıyor.

Savaşın ortaya çıkardığı zorluklar Yahudi toplumunun farklı kesimleri arasındaki ihtilafların daha fazla su yüzüne çıkmasına da sebep oldu. “Dindar” oldukları, “ibadetle ve dini ilimlerle meşgul oldukları” gerekçesiyle askerlikten muaf tutulan Haredim kesimine yönelik sorgulamalar ve onların da zorunlu askerlik kapsamına alınması yönündeki çağrılar arttı. Bu yüzden işgal parlamentosu bu konuyu gündemine almak zorunda kaldı. İşgal ordusunun büyük zorluk yaşadığını görmesine rağmen aşırı Siyonist koalisyonun ortakları onların muafiyetini savundu ve muaf tutulmaları yönündeki bir tasarıya destek verdiler. Buna tepki gösterilmesi üzerine de Haredilere mensup olanlar gösteriler yaparak olaylar çıkardılar.

Bu savaşın Siyonist işgal rejimi üzerindeki en şiddetli tesiri ise dış ilişkiler alanında ve uluslararası platformda kendini göstermiştir. Siyonist işgal hükümetinin büyük ümitler bağladığı normalleşme süreci tamamen durduğu gibi büyük ölçüde de geriye gitmiştir. Yeniden rayına oturması belki yıllar alabilir ve bu süre içinde işgal rejimine karşı siyasi faaliyetler baskın çıkabilir. Küresel emperyalizmin sürekli himaye ettiği ve bütün suçlarının üstünü örttüğü siyonist işgal rejimi aleyhine soykırım davası açılması da onun için bir darbedir. Bu konuda uluslararası kurumlardan bir beklentimiz olduğu için değil siyonist soykırımın dünya kamuoyunun gündemine gelmesi ve tepkilerin artması açısından bunu söylüyoruz. Sivil hareketlerin işgalci siyonistlere karşı düzenlediği eylemlerde de bu davanın tesiri olduğu söylenebilir.

Kesinlikle dikkatten uzak tutulmaması gereken en önemli tesiri ise psikolojik tesirdir. Bu savaşla birlikte siyonist işgal rejiminin Filistin topraklarında asla güvende olamayacağı daha açık ve net olarak görülmüştür ki bunun Filistin toprakları üzerinde oluşturulan yapay işgalci toplumu biraz daha fazla etkilemesi siyonist işgal rejiminin tükeniş sürecinin bir başlangıcı olabilir. Aslında bu süreç birinci intifadanın ardından başlamıştı. Ama işgalciler ABD’nin, birtakım Arap ülkelerinin ve Avrupa’nın desteğiyle FKÖ lideri Arafat’ı da oyuna getirerek Oslo süreci olarak isimlendirilen sözde “barış (!)” sürecini başlatmak suretiyle kendilerinin siyasi ve demografik yönden tükeniş süreçlerini durdurmayı başarabildiler. Bu kez bunu başarmaları çok da kolay olmayabilir.

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul