
Dr. Hasan BULUT[1]
Giriş
Kur’ân-ı Kerîm’in sahih anlaşılması ve hükümlerinin gerçek anlamıyla tatbik edilebilmesi için onda geçen kavramların hangi anlamda ve hangi amaçla kullanıldığının farkında olmak gerekir. Zira bu kavramlara sahih bir biçimde vakıf olunmaması bireyleri birçok yanlış tutum ve davranışa itmekte, bunun sonucunda da Kur’ân’ın net mesajı muhataplarında beklenilen inanç ve aksiyonu gerçekleştirememektedir.
Kur’ân'ın insanlara tavsiye ettiği erdemlerden biri “sabır” diğeri ise “şükür”dür. Her iki kavram arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Sabır genellikle musibet, taat ve masiyete karşı gösterilirken; şükür, verilen nimetlere karşı birer minnet ifadesi olarak ortaya konulur.
Sabır, imanın gerektirdiği vecibeleri yerine getirirken karşılaşılacak her tür zorluğa katlanıp Yüce Allah’a sığınıp kendini emniyette hissetmektir. Bu nedenle muteber kaynaklarda geçen bir hadîs’te "Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki konumu gibidir"[2] denilerek sabrın bireydeki imanın derecesini gösteren amillerden en önemlisi olduğu vurgulanmaktadır.
Sabır, ahlâk ile ilişkili olup kişinin ahlâkî bakımdan kemâlatını ortaya koyan bir meziyettir. Bunun için sabrın ahlâkî açıdan ele alınarak incelenmesi ve Kur’ân’ın ahlâk düşüncesinde nasıl bir konuma sahip olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Sabır, insanın iç âleminde cereyan eden ve onun direnç gücü ile yakından ilişkili olan bir değerdir. Kişinin ruhsal yapısında bıraktığı bu önemli etkisinden dolayı sabrın, ruhî ve dinî açıdan birlikte ele alınması gerekir.
Allah’a kulluk etmek ve sınanmak için yaratılan insanın kurtuluşa erebilmesi, birtakım sıkıntılara ve zorluklara sabır ile göğüs germesine bağlıdır. Bu hakikat Kur’ân’da şöyle ifade edilmektedir: “Sizi mutlaka imtihana tabi tutacağız, ta ki içinizden cihada çıkanları ve (zorluklara) sabredenleri bilelim ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi (imanınızı) deneyelim.” (Muhammed 47/31)
Birçok sıkıntının ve başarısızlığın kaynağında sabırsızlık yer alır. Zafer ancak sabır ile (el-Enfâl 8/65-66), sabır da yalnızca Allah’ın yardımıyla (en-Nahl 16/127) gerçekleşir. Bu sebeple Allah (cc), başarıya ulaşmak için insanın sabretmesini tavsiye etmekte (Âl-i İmrân 3/200), sabır ve namaz ile kendisinden yardım talep edilmesini emretmektedir (el-En’âm 6/165; Hûd 11/11; el-Kehf 18/7). Her türlü iyiliğe on misli (el-En’âm 6/160) ve Allah (cc) yolunda infak etmeye yedi yüz misli ecir va’d eden (el-Bakara 2/261) Hak Teâlâ, meşakkatinden olsa gerek, sabretmeye sonsuz mükâfat va’d etmektedir (ez-Zümer 39/10).
Şükür, Allah’a karşı minnettarlık göstermek için kullanılan ve küfrün karşıtı olan bir kavramdır. Hadîs’te: “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez”[3] buyurularak şükrün, yapılan iyiliğe mukabelede bulunma anlamında olduğu belirtilmektedir.
Hülasa sabır, Yüce Allah’ın verdiği her türlü meşakkate katlanıp O’na tevekkül etmektir. Şükür ise, Yüce Allah’ın verdiği her türlü nimete kanaat edip, nimetleri yerli yerinde kullanarak O’na karşı minnettarlık göstermektir. Bu anlamlarıyla sabır ve şükrün aynı noktada kesiştiği ve her ikisinde de mevcut hale razı olma durumunun söz konusu olduğu açıktır.
Sabır ve Şükür Kavramları
Sabır
Arapça “s-b-r” kökünden türeyen sabır kelimesi, “engellemek, hapsetmek, sızlanmamak, birisinden öç almak, kendini acındırmamak, birine kefil olmak, toplamak, şiddetli olmak,[4] dili şikâyetten korumak”[5] gibi birçok anlama gelmektedir.
Râğıb el-İsfahânî (ö. 425/1108), sabrın ıstılahi anlamını “aklın ve şeriatın gerektirdiği şeylere karşı nefsi dizginlemek”[6] şeklinde yapar. Fahreddin Râzi’ye göre (ö. 606/1209) sabır, bedenî sabır ile manevi sabır şeklinde iki kısımda tanımlanır. Ona göre manevi sabır, cinsi isteklere karşı olursa iffet; musibet ve belâlara karşı olursa sabır: bolluk içinde yaşamaya karşı olursa zühd; savaşın zorluklarına karşı olursa şecaat, öfkeyi tutma konusunda olursa hilm, sır saklama hususunda olursa kitmân-ı nefs; servetin azlığına karşı olursa kanaat, zenginlik konusunda olursa kendine hâkim olma gibi farklı isimler alır.[7]
Cürcânî (ö. 816/1413) sabrı şöyle tarif eder: “Başa gelen belâ ve musibetlerin bir neticesi olarak ortaya çıkan hüznü Yüce Allah’tan başkasına şikâyet etmemektir.”[8] Toshihiko İzutsu ise sabrı şöyle tanımlar: “Sıkıntılı durumlarda itidali muhafaza etmek ve dava uğrunda karşılaşılan her tür zorlukla baş edebilmek için ihtiyaç duyulan ruh direncine sahip olmaktır.[9] Bu tanımlardan anlaşıldığına göre sabır, kişinin sıkıntılı zamanlarda Allah’ın kaderine teslim olup verdiğine rıza göstermesi, isyan etmemesi, belâ ve musibetlerden ders alarak ahvalini ve ahlâkını ıslah etme yoluna gitmesidir.
Sabır kelimesi, Kur’ân’ın 104 âyetinde birbirinden farklı biçim ve manalarda geçmektedir.[10] Bunlar: Dayanmak, tahammül etmek (Tâ-hâ 20/132; Yûsuf 12/18); direnmek, kararlı olmak (Meryem 19/65; Âl-i İmrân 3/186; el-Enfâl 8/45-47, 66); teenni ile hareket etmek, acele etmemek (er-Rûm 30/60; el-Kalem 68/48; Yûnus 10/109); devamlılık göstermek, sebat etmek (Meryem 19/65; Hûd 11/112); nefsin hevâsını dizginlemek (en-Nisâ 4/25; Yûsuf 12/53; Fussilet 41/34-35); Yüce Allah’ın hükmüne boyun eğmek (el-İnsân 76/24; et-Tûr 52/48); vakar ve metanet ile hareket etmek[11] (el-A‘râf 7/137); karamsar olmamak’tır (Hûd 11/11).
Şükür
Arapça “ş-k-r” kökünden türeyen şükür kelimesi, nimeti düşünüp açığa çıkarmak,[12] nimet vereni övmek,[13] zuhur etmek,[14] nimete karşılık iyilik yapmak,[15] minnettarlık ve takva[16] manalarına gelmektedir.
Terim olarak şükür, nimeti vereni tanımak, O’nun rab oluşunu ikrar etmektir.[17] Daha genel bir ifadeyle şükür, Yüce Allah’ın lütfuna mazhar olunduğunda, o ihsanı kimin verdiğini görüp hamdetmek, onunla hoşnut olmak ve hiçbir durumda Allah’a isyan etmemektir.[18] Nimeti veren ve nimete mazhar olan kimse açısından şükür, kulun Yüce Allah’ın nimetini yâd edip O’nu (cc) övmesidir. Yüce Allah’ın, ihsanını anan ve nankörlük etmeyen kulunu övmesi ise, ondan memnun ve razı olması anlamına gelmektedir.[19]
Gazzâlî (ö. 505/1111) şükrün; ilim, hal ve amelden meydana geldiğini söyler. Ona göre ilim, ihsan sahibinin Hak Teâlâ olduğunun bilincinde olmaktır. Hal, Hak Teâlâ’ya karşı muhabbet ve hürmet etmektir. Amel ise kalp, dil ve azalarla olur. Tüm bunlar bilinmedikçe şükrün hakikati tam anlamıyla anlaşılmaz.[20]
Şükür kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de 75 yerde geçmektedir.[21] Bu kelime: Nimet vereni övmek, minnettarlık göstermek (İbrâhim 14/5, 7; el-Mâide 5/89; el-A‘râf 7/10, 144; en-Nahl 16/114; Sebe’ 34/13), nimete karşılık iyilik yapmak (el-Bakara 2/158) anlamlarında geçmektedir. Nankörlüğün zıddı (en-Neml 27/40; el-Bakara 2/152; el-İnsân 76/3) anlamına da gelen şükür kelimesi, hadîslerde genellikle nimet vereni anıp O’nu övmek anlamında kullanılmaktadır.[22]
Sonuç olarak şükür, lugatlarda, Kur’ân’da ve hadîslerde “Allah’tan veya insanlardan gelen nimet ve ihsandan dolayı minnettarlığını ifade etmek, elde ettiği ve kavuştuğu nimete söz ve fiille mukabelede bulunmak, Allah’a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle korunup nimetin gereğini yapmak” şeklinde tanımlanmıştır.
Sabrın ve Şükrün Çeşitleri
Farklı açılardan ele alındığında sabrın ve şükrün birçok çeşidinin olduğu görülür. Ancak burada kulun Yüce Allah’a karşı sergilediği sabır ve şükür çeşitlerine yer verilecektir.
Sabır Çeşitleri
Sabredilmesi gereken hususlara izafeten sabır iki çeşittir. Bunlardan birisi, din için gerekli olan sorumluluklar yerine getirilirken gösterilen bedenî sabırdır. Diğeri ise, dinin şer olarak gördüğü şeyleri terk etmek suretiyle gösterilen nefsî sabırdır.[23]
Bedenî Sabır
Sabır, kulun isteğe bağlı ve isteği dışında kalan eylemlerinde olmak üzere iki farklı şekilde gerçekleşir. Bir başka ifadeyle bedenî sabır şu iki kısımda değerlendirilir:
a) Zahmetli amellerde bulunmak gibi kişinin kendisinden kaynaklanan bir durumla ilgili gösterilen ve nefse en ağır gelen sabırdır. Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), kulun yapmak zorunda olduğu ibadetlerin ağırlığına dikkat çekerek şöyle der: “Mümin için dünyadan ahirete gidiş kolaydır. Halkı terk ederek Allah’ın emir ve yasaklarına uymak çok zordur. Nefsinden Allah’a doğru gitmek ise daha güçtür. Lakin bundan daha çetin olanı, Allah’ın emirlerini ifa ederken gösterilen sabırdır.”[24] Yüce Allah’a kulluk etmekle sorumlu tutulan insan, niyetinde samîmî olmak kaydıyla yaptığı her işten sevap kazanabilir. Öyleyse o, kendisinden kaynaklanan durumlarda da yine sabra muhtaçtır.[25]
b) Belâ, musibet, sıkıntı ve ölüm gibi kişinin iradesi dışında kalan durumlarda gösterilmesi gereken sabırdır.[26] Bunlardan en zoru ölümdür. Evladının ölümü karşısında gösterdiği sabır ve metanet ile Hz. Peygamber’in müjdeli haberine mazhar olan hanım sahabi Hz. Rumeysa’nın hikâyesi bu hususta en güzel örnek teşkil eder.[27]
Hiç kuşkusuz sadece ölüm karşısında değil, kişinin iradesi dışında kalan tüm hususlarda sabretmesi zordur. Bu nedenledir ki Süfyan es-Sevrî (ö. 161/777), “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” sorusuna “Belâ ve imtihan esnasında gösterilen sabırdır” cevabını vermiştir.[28] Zaten katlanılması çetin fakat gerekli olan sabrın fazileti Kur’ân’da da şöyle ifade edilmiştir: “Ahitleştiklerinde sözlerini yerine getirenler, zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler, işte bunlar, doğru olanlardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da onlardır” (el-Bakara 2/177). Sabredilmesi gereken yerlerde sabredenler, Allah’ın yardımı ile en yüce makamlar elde ederler.
Nefsî Sabır
Nefsî sabır, nefsin arzu duyduğu günahlara ve yerine getirilmesi nefse ağır gelen ibadetlere karşı gösterilen sabırdır. Sabır, sadece yapmak ve yapmamak hususunda nefsin arzu duyduğu şeylere mani olmak değildir. Bilakis sabır, Allah’tan gelen şeyleri her açıdan rıza ile karşılamaktır.[29] Mutlak anlamda faiz, yalan, kumar, içki, zina, rüşvet, hile gibi dinen yasaklanan nefsin arzularından sakınmak en büyük sabırdır.[30] Nitekim Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 283/896), “Taatların en faziletlisi, günahlara karşı sabırdır” diyerek söz konusu düşünceyi desteklemektedir.[31]
İnsan, nimet, musibet, taat ve masiyet ile her zaman sınanır. Tüm bunlara karşı kişinin sabretmesi, onun hesapsız mükâfatlar elde etmesine (el-Ahzâb 33/35) vesile olur. Sabır, yalnızca musibetlere tahammül göstermekten ibaret değildir. İman ve itaatte daim olmak, öfkeyi bastırmak birer sabırdır.[32] Bütün peygamberler nefsî arzularına gem vurmuş ve nefse hoş gelmeyen ibadetleri sabırla, metanetle yerine getirmişlerdir (el-Enbiyâ 21/85). Bu nedenle Kur’ân’da, müminlerin her hal üzere sabırlı olmaları istenmiş ve sabredenler övülmüştür (Âl-i İmrân 3/16-17).
Genel olarak sabır, iki anlamda ele alınır: Birisi, sıkıntı ve küfre karşı gösterilen, kendisiyle ibadet, mücahede ve salih amellerin zorluklarına katlanmak anlamına gelen sabırdır. Diğeri, lezzet ve şehevî arzulara karşı gösterilen, maddeten veya manen zararlı olan şeylerin şerrinden, haramdan korunmak için ortaya konan sabırdır.
Kur’ân’da sabır kavramı, hoşuna gitmeyen şeylere karşı nefsi zorlama, zorluklara alıştırma, dini sorumlulukları ifa ederken karşılaşılan sıkıntılar karşısında sebat etme (Yûsuf 12/90; Meryem 19/65) anlamlarında kullanılmıştır.[33] “Allah’a ibadet et ve O’na ibadet etmede sabırlı ol (istabir)” (Meryem 19/65) âyeti de aynı anlamı ifade etmektedir.[34]
Kul hem Allah’a isyan etmemek, hem Hak Teâlâ’ya ibadet etmek üzere sabrederse ona kaza ve kaderine rıza gösterme meziyeti kazandırılır. Bu rızanın varlığını gösteren delil ise nefsin kendince nahoş şeylere karşı kalbin sükûnetini korumasıdır.[35] Hz. Yûsuf’un, zina teklifi karşısında nefsin isteğine uymayarak sabırla Rabbine iltica etmesi (Yûsuf 12/33) bu duruma örnek gösterilebilir.[36]
Sonuç olarak kul, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirirken bedenî sabır sergilediği gibi yasaklarından sakınarak da bir anlamda nefsî sabır gösterir. Her iki durumda sabreden mümin, Allah’a itaat ederek nefsinin cezalandırılmasından kaçınır, nefsinin arzularını dizginleyerek Rabbi katında muttaki vasfını elde eder. Böylece kul, ihlâs ve samimiyet ile dinini kemâle erdirerek ihsan mertebesine ulaşır.
Şükür Çeşitleri
Şükrün anlam sahası çok geniş olduğundan yapılış çeşitleri de farklılık arz eder. Bu farklılıklar dikkate alındığında kapsamı en geniş olan şükrün kalp, dil ve diğer organlar ile yapılan şükür olduğu görülecektir.[37] Dolayısıyla bu üç çeşit şükre müstakil birer başlık olarak yer verilecektir.
Kalp ile Yapılan Şükür
Kur’ân-ı Kerîm’de kalbin insanlara veriliş amaçlarından birisinin şükretmek olduğu ifade edilmektedir: “Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı. Size işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi ki, şükredesiniz” (en-Nahl 16/78). Âyette zikredilen uzuvların her biri hem bir nimet hem de şükre aracıdırlar.[38] Kur’ân, kalbin bir ibret alma (Kâf 50/37), anlama (Hac 22/46) vasıtası, hidayet kaynağı (et-Teğâbun 64/11) oluşundan söz etmektedir. Ayrıca Kur’ân, iman yerleşkesinin kalp olduğunu (el-Hucurât 49/7), insan sorumluluğunun kalpten işlenen fiillerden kaynaklandığını (el-Bakara 2/225; el-Ahzâb 33/5) haber vermektedir. İnsan kasten gerçekleştirdiği eylemlerden bu nedenle sorguya çekilecektir. Dolayısıyla kalp ile şükür, nimet verenin ihsanını tefekkür etmek,[39] nimetin değerini bilmek ve onu ihsan edene kalben saygı göstermek ile gerçekleşir.[40]
İnsan, kendisine ihsan edilen nimetlerin Yüce Allah tarafından verildiğine inanır, her şeyiyle O’na ait olduğunu benimserse ve bütün bunların kendi çalışmasının bir sonucu olmadığını da anlarsa kalbî şükrü ifa etmiş olur. Bu anlamda kalbî şükür, ihsan sahibine ihsanın kendisinden geldiğini bildirerek bu doğrultuda bir irade gösterisinde bulunmaktır.[41]
Kalbin şükredebilmesi için oraya imanın yerleşmesi gerekir. Bu hususta yalnızca bilmek kâfi değildir. Bilinenlerin kalp ile onanması şarttır. Bu sebeple insanın kurtuluşu için gerekli olan imanın, kalp ile tasdik, dil ile ikrardan ibaret olduğu vurgulanır.[42]
Kalben Allah’a şükretmenin kul için yüce bir lütuf, kalbin selameti için de en gerekli amellerden olduğu Kur’ân’da (Ra’d 13/27-28) açıkça ifade edilmektedir. Şükreden bir kalp, sahibini dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirir. İbn Abbas’tan (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: “Dört şey vardır ki bunlar kime verilirse ona dünya ve ahiretin en hayırlısı verilmiştir. Birincisi, şükreden bir kalp, ikincisi, Allah’ı (cc) zikreden bir dil, üçüncüsü, musibete karşı sabreden bir beden, dördüncüsü, nefsi ve malı konusunda kocasını günaha düşürmeyen bir kadın”.[43]
Kalp ile şükür, bize verilen ihsanlarla Allah’a borçlu olduğumuzun farkında olmak ve buna güçlü bir imanla inanmaktır. Bu inancı söz ile dışa yansıtma ve bu söylemin doğruluğunu eylemlerle göstermek de şükrün başka türleridir. Yani kalpteki imandan, dildeki ikrara, ibadet ve amelden, günahlardan kaçınmaya kadar her şey şükür kapsamında değerlendirilir.
Dil ile Yapılan Şükür
Dil ile şükür, nimet sahibinin nimet verici olduğunu ikrar etmek ve O’nu diliyle övmek demektir.[44] Dil ile şükür, nimet vereni zikretmek, O’na medh ve senâda bulunmak, O’nun ihsan sahibi olduğuna şehadet etmek ile olur. Dil ile şehadet de, söz ile yapılan tüm kulluk vazifelerini ifa etmeyi gerektirir.
Dil ile şükür, insanın her halinden razı olması ve bu rızasını tutum ve davranışlarıyla göstermesi, Yüce Allah’ı hamd ile övmesidir. Rivayete göre: “Hz. Peygamber bir adama ‘Nasıl sabahladın?’ diye sorduğunda, adam: ‘Hayır içinde’ cevabını verir. Hz. Peygamber aynı soruyu tekrar sorunca aynı cevabı alır. Üçüncü defa adam: ‘Elhamdülillah, Allah’a şükürler olsun hayır içinde’ şeklinde cevap verince, Resûlüllah (sas): ‘Senden söylemeni istediğim işte bu idi’ diyerek karşılıkta bulunur”.[45]
Nimeti yâd etmek anlamına gelen dil ile şükür, Allah’ın lütfunu hamd ile göstermek ve Allah’tan razı olduğunu izhar etmek demektir.[46] “Rabbinin nimetine gelince onu minnet ve şükranla an” (Duhâ 93/11) âyetiyle Allah (cc) bu tür şükürde bulunmayı, Hz. Peygamber’e hitaben ümmetine emretmiştir. Başka âyetlerde kurban kesilirken dil ile Allah’ın adının anılması istenmiştir: “…Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar” (Hac 22/28). “Biz her ümmet için kurban kesmeyi ibadet olarak emrettik ki, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O’nun adını ansınlar” (Hac 22/34). Konuyla ilgili bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Kim aza teşekkür etmezse çoğa da teşekkür etmez. Kim insanlara teşekkür etmezse Allah’a da şükretmez. Allah’ın nimetlerini anlatmak, anmak şükürdür. Onları anmayı terk etmek ise nankörlüktür. Cemaat halinde olmak rahmet, ayrılık ise azaptır.” Buna göre Yüce Allah’ın verdiği nimetleri insanlara anlatmanın, nimetlere karşı şükretmekten sayılacağı belirtilmiştir.[47]
Şükür için dilleriyle Rablerini övenlerin bu özellikleri Kur’ân’da müminlerin bir vasfı olarak sayılmaktadır (Secde 32/15). Kur’ân, şükür izharı olarak meleklerin hamdinden (ez-Zümer 39/75; eş-Şûrâ 42/5), peygamberlerin, cennetliklerin hamdlerinden (Yûnus 10/10; Fâtır 35/34) söz etmektedir. Keza Kur’ân’da Hz. İbrahim’in (İbrâhim 14/39), Hz. Nuh’un (Mü’minûn 23/28), Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın (en-Neml 27/15) hamdleri örnek gösterilmekte, bazı yerlerde de Hz. Peygamber’in Allah’ı (cc) hamdetmesi emredilmektedir (el-Hicr 15/98; el-İsrâ 17/111).
Hülasa, şükrü yerine getirmenin bir türü olan dil ile şükür, Yüce Allah’ın müminlere yapmasını emrettiği bir davranıştır. Lakin şükrün ilk basamağı olan bu şükür, hamd için tek başına yeterli değildir. Şükrün tam manasıyla gerçekleşebilmesi için kalp ve beden ile de yapılması gerekir.
Beden ile Yapılan Şükür
Beden ile şükür, vücut azalarının her birinin veya bütününün gayesine uygun olarak çalışarak hak ettikleri oranda nimetin karşılığını vermeleri demektir.[48] Azalar ile şükür, Yüce Allah’ın ihsanını ibadette kullanmak, o nimetlerden güç alıp masiyete düşmekten kaçınmaktır. Mesela, gözlerin şükrü, onları müminlerin kusurlarına karşı kapalı tutmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlenen kusurları örtmektir.[49] Fiili şükür olarak da bilinen beden ile şükür, nimet verene itaat etmek ve O’nun emir ve yasaklarına uymaktır. Bu anlamıyla şükür, Yüce Allah’ı hakkıyla tanımak, O’nun ihsan ettiği nimetleri yâd edip O’na itaatsizlikte bulunmamak ve bedenin uzuvlarını yine O’nun hoşnut olacağı yolda kabiliyetleri ölçüsünce kullanmak anlamına gelir.[50]
Yüce Allah, insanlara nimet olarak verdiği azaları hatırlatarak şükrün azlığına dikkat çekmiştir: “Hâlbuki sizin için o kulağı, o gözleri ve o kalpleri yaratan O’dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz” (Mü’minûn 23/78). Duyu organlarını yaratılış amacı dışında kullanmanın, onları yok saymak anlamına geleceği bu âyet ile haber verilmiştir. Ayrıca istidlâl göz, kulak ve kalp ile yapıldığı için Yüce Allah bu üç uzvu birlikte zikretmiş ve bu nimetlere karşı şükredenlerin çok az olduklarını bildirmiştir.[51]
Allah (cc) tarafından insanlara birer nimet olarak ihsan edilen kulaklar, şükretmeyi gerektirir. İnsanlar kulaklarıyla duyduklarına inanır (el-Bakara 2/285), kulaklarıyla duyduklarını inkâr ederek de küfre girer (en-Nisâ 4/46). Kulağı mühürlü olmayanlar hakkı işitince inanır, güzel şeyleri işitip iyilikler yapmaya gayret ederler. Böylece kulağıyla ifa etmesi gereken şükür görevini yerine getirmiş olurlar. Kulağı mühürlenmiş olanlar ise duymazlar, duysalar da anlamak için çabalamazlar (Fussilet 41/26). Onların kalpleri ve kulakları mühürlendiği için kalplerine hidayet gerçeği, kulaklarına hakikatin sesi ulaşmaz. Gözlerinde perde olduğu için de gözlerine ışık ve hidayet sızmaz.[52]
İnsanın birer uzvu olan gözler de Allah’ın verdiği en kıymetli nimetlerdendir (el-Beled 90/8). Gözler Allah’ın (cc) rahmet eserlerine bakıp ibret almak için verilmiştir (el-Kehf 18/28). Kur’ân’da gözler, Yüce Allah’ın azametini gösteren bir lütuf (Yûnus 10/31), bir ibret alma vasıtası (en-Nûr 24/44) haramlardan korunması gereken şey (en-Nûr 24/30-31) olarak gösterilmiştir. Ayrıca gözler, kâfirlerin dünya ve ahiretteki elim durumlarından söz ederken tasvirde bulunduğu bir azap belirtisi olarak ifade edilmiştir (İbrahim 14/42).[53]
Münkirlerin gözlerini gaflet perdesi bürümüştür. Bu kimseler gökyüzünü temaşa eder, gönlün hoşlandığı o manzarayı görürler de nasıl ibret alınacağını idrak etmezler: “Bunlar cehennem için yaratılmıştır, onların kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler, bunlar hayvanlar gibi hatta daha aşağıdadırlar” (el-A‘râf 7/179). Âyette özellikleri verilen münkirler, Allah’ın (cc) ihsan ettiği akıl ve duyu yetilerini insan gibi kullanmazlar. Gönüllerinde, gözlerinde ve kulaklarında insanlara özgü şuur olmaz. Hayvanlar gibi yalnızca bir ceset ve sesle alakadar olurlar. Bunların tüm duyuları ve idrak yetileri bu dünya ile münhasır kaldığı için hayvanlardan daha aşağı bir derekeye düşerler. [54]
Bedendeki göz ve kulak gibi diğer uzuvlar, emre itaat ederek ve isyandan kaçınarak kullanılırsa fiilî şükür yerine getirilmiş olur. Bedendeki tüm organlar yaptıklarından sorumlu tutuldukları için (İsrâ 17/36) her birinin kabiliyetleri oranında şükretme zorunlulukları vardır. Kulak hayırlı şeyleri işitmek, göz Yüce Allah’ın âyetlerini müşahede etmek, akıl da yaratanı ve yaratılanları tefekkür etmek için verilmiştir. Bunları yerli yerinde kullanmayan kimse, bu nimetleri kaybetmiş gibi olur.[55]
Allah’ın (cc) kullarına ihsan ettiği nimetler sayılamayacak kadar çoktur (İbrahim 14/34). Kur’ân’da: “…Sana verdiğim nimetimi al ve şükredenlerden ol” (el-A’râf 7/144) buyrularak nimetlerden yararlanan kimselerin şükretmeleri gerektiği vurgulanır. Öyle ise şükür, nimetin hakkını vermek, değerini idrak etmek ve onu gerekli yerlerde kullanmaktır. Bir âlimin ilmini, bir ustanın mesleğini bir başkasına öğretmesi, zengin olan birinin infakta bulunması birer fiili şükür örneğidir.
Beden ile yapılan şükür, her uzvu yaratılış amacı doğrultusunda kullanmak ve onlara özgü kulluk görevlerini ifa etmekten ibarettir. Bu işler, birer ibadet şekli olduklarından aynı zamanda birer şükür ifadeleridir. Uzuvlarla şükrün bütün bir iman ve ibadetle ilişkilendirilmesinden dolayı ona imanın yarısı nazarıyla bakılır. Bu zaviyeden bakıldığında abdest, namaz, infak, oruç, hac gibi insanın yaptığı tüm fiiller şükür kapsamında ele alınabilir.
Yüce Allah’ın her müminden yapmasını istediği iş; kalp, dil ve bedenin kabiliyetleri ölçüsünce şükürde bulunmasıdır. Çeşitli şekillerde taat ve ibadetler birer şükürdür. Her insanın kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetleri tefekkür etmesi de şükürdür. Dolayısıyla insan olarak yaratılma şerefine nail olan kimseler, hayatında şükrü gerektirecek birçok nimetle donatıldığının bilincinde olursa her zaman şükrederler.
Sabrın ve Şükrün Sonuçları
Kur’ân-ı Kerîm’de insanların darlık ve bolluk ile sınanacakları, darlıkta sabredenlerin mükâfatlara nail olacakları şöyle bildirilmiştir: “Muhakkak ki, ölüm tehlikesiyle, korku ve açlıkla, mal, can ve yiyecek içecek gibi ürünlerin azaltılmasıyla sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredip sebat ve dayanıklılık gösterenlere iyiliklerin geleceğini müjdele” (el-Bakara 2/155). Bollukta nimetlerin hakkını vererek şükredenlerin nimetlerinin arttırılacağı, ahirette de şükürlerinin karşılığının fazlasıyla verileceği konusunda da şöyle haber verilmiştir: “Rabbinizin size duyurduğu şu gerçeği de hatırlayınız: ‘Eğer şükrederseniz, ben de sizin için nimetimi mutlaka arttıracağım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz benim azabım çok çok şiddetlidir” (İbrahim 14/7). “Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azab etsin ki? Allah, şükrün karşılığını verendir, hakkıyla bilendir” (en-Nisâ 4/147).
Hadîs-i şerîfte ise “Müminin durumuna gerçekten hayret edilir. Zira her durumu onun için hayır sebebidir, bu özellik yalnızca müminlerde bulunur. Çünkü sevinecek olsa şükreder bu onun için hayırdır, başına bir belâ gelse sabreder bu da onun için bir hayırdır” şeklinde buyurularak müminlerin sıkıntılı veya sevinçli anlarında sabrederek ya da şükrederek hayırla mükâfatlandırılacakları müjdelenmiştir”[56].
Sabrın Sonuçları
Her çeşit iyiliğe on misli (el-En’âm 6/160) ve Allah için infak etmeye yedi yüz misli ecir va’d eden (el-Bakara 2/261) Hak Teâlâ, meşakkatinden veya faziletinden olsa gerek, sabretmeye karşılık ahirette sınırsız ecir va’d etmiştir (ez-Zümer 39/10). Ayrıca günah işlememeye ve itaat üzere bulunmaya karşı sabreden insana Allah (cc) tarafından kaza ve kaderine razı olma şerefi ihsan edilmiştir.[57] Faziletinden dolayı sabır, imanın yapısı içinde yer almış ve Yüce Allah’ın sabredenlerle beraber olduğu haber verilmiştir (el-Enfâl 8/46).
İnsanı birçok yönden geliştiren, ona yüce bir ahlâk kazandıran ve onun kurtuluşuna vesile olan sabır, aynı zamanda kişiyi psikolojik, ruhsal açıdan rahatlatır, sonuç itibariyle de sahibini başarıya ulaştırır. Konuya bu yönüyle bakıldığında sabrın dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısımda değerlendirileceği söylenebilir.
Uhrevî Yönden Sonuçları
Kur’ân’da müminlere çokça emredilen sabrın (el-Kehf 18/28), insan için ahlâkî, bireysel ve ruhsal açıdan birçok yararı vardır. Onun asıl yararı ise ahirette görülecektir. Zira cennete, ancak sabredenler varis olacaktır (Mü’minûn 23/111). Yaşamlarını çetin bir sabırla geçiren müminlere ahirette verilecek en büyük mükâfatın Allah’ın (cc) rızası, merhameti, affı olduğu Kur’ân’da ayrıca haber verilmektedir (Hûd 11/11).
Sabreden müminler için ahiret yurdunun en büyük mükâfatlarından olan “Adn” cennetleri vardır. Bu cennetler, Peygamberlerin, şehitlerin evliyanın makamıdır. Bu yüce makamlara sabredenler ile salih amel işleyen aile ve akrabaları gireceklerdir. Böylece onlar, ahirette de bir araya gelmenin mutluluğunu yaşayacaklardır. Melekler, her kapıdan yanlarına varacak ve onları, dünyada birçok sıkıntı ve ızdıraplara karşı sabretmeleri karşılığında elde ettikleri ihsanlarla tebşir edip tebrik edecekler ve “Selam size” diyeceklerdir.[58]
Yüce Allah, hayatları boyunca hak uğruna her çeşit sıkıntıya sabredenler için cennette ecirlerini fazlasıyla ve sınırsız olarak vereceğini şöyle bildirmektedir: “İşte onların, sabredip (saberû) kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları sebebiyle mükâfatları kendilerine iki defa verilecektir” (el-Kasas 28/54). “Elbette sabredenlere (saberû), yapmakta olduklarının en iyisiyle mükâfatlandıracağız” (en-Nahl 16/96). “Sabredenlere (sâbirûn) ecirleri elbette hesapsız olarak verilir (ez-Zümer 39/10). Kur’ân’a göre sabredenlere sınırsız, sonsuz mükâfatlar verilecektir. İtaat edenlerin aklı bu mükâfatların mahiyetine vakıf olamaz.[59] Bundan dolayı cennetlikler, gördükleri her tür mükâfatı, hayal ettiklerinden ve beklediklerinden daha üstün bulurlar.[60]
Sonuç itibariyle sabredenlerin asıl mükâfatlarının, ahirette cennet nimetleriyle verileceği ve bunların dünya nimetleriyle kıyaslanamayacak derecede üstün oldukları haber verilir. Dolayısıyla bir insanın elde edebileceği en büyük nimet Allah’ın (cc) rızasına nail olmak, ru’yetine mazhar olmak ve sonsuz lütfuna kavuşabilmektir. İşte bu nimetlere kavuşmanın yolu ise sabretmekten geçer.
Dünyevî Yönden Sonuçları
Başarıya ulaşmak azim, sebat ve sabırla gerçekleşir. Sabırsız insan ekseriyetle kaybetmeye mahkûmdur. Sıkıntı ve musibetler her zaman daim olmaz. Her güçlükten sonra bir rahatlığın olacağı Kur’ân’da şöyle dile getirilir: “Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (el-İnşirâh 94/5). Yüce Allah bu âyette adeta, “iki kolaylık arasında bir zorluğu yarattım. Dolayısıyla bir zorluk katiyyen iki kolaylıkla baş edemez” demek istemiştir.[61]
Sabır, sıkıntı ve meşakkatler karşısında kişinin direncini arttırarak onun daha tez zamanda başarıya ve zafere ulaşmasını sağlar. Binaenaleyh zorluklar karşısında nefsini sabra alıştıranlar, onları bertaraf etmek için çaba harcayarak hedefine daha rahat kavuşurlar.
İnandığı değerleri koruyarak, başına gelen belâ ve musibetlere sabreden Hz. Yûsuf, bu hususta en güzel örnek teşkil eder. Hz. Yûsuf, sabretmesine karşılık rüyaları tevil etme kabiliyeti ihsanına mazhar olmuş, Mısır kralının gördüğü rüyayı tevil ederek zindandan çıkarılmış ve mali işlerden sorumlu bakanlık makamına kadar yükseltilmiştir.[62] Onun dünyevî anlamdaki bu başarısına Kur’ân’da yer verilmiştir (Yûsuf 12/56, 90). Sıkıntılar karşısında yılmayıp sabrederek gittiği yolda metanet gösterenlerin ve salih amel işleyenlerin mükâfatlarının en güzel şekilde verileceği böylece müjdelenmiş, müminlerin belâ ve musibetler karşısında sabretmeleri durumunda da zafere ulaşabilecekleri belirtilmiştir.[63]
Sabır, dinî değerlere yönelik saldırıların kolaylıkla bertaraf edilmesini sağlayarak düşman karşısında zafer elde edilmesine yardımcı olur. Müminlerin savaş sırasında, savaşın sıkıntı ve zorluklarına karşı sabretmeleri halinde galip gelecekleri Kur’ân’da şöyle haber verilir: “Eğer içinizde sabırlı (sâbirûne) yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler” (el-Enfâl 8/65-66). Âyette Hak Teâlâ, kullarının zafere ulaşabilmeleri için sabretmelerinin gerekli olduğunu[64] ve başarının çoklukla değil, sabırla elde edileceğini ifade buyurur.[65] Zira motivasyonu düşük bir ordu savaş esnasında kararsız olur ve ne yapacağını bilemez. Lakin güçlü bir sabırla savaşın her türlü sıkıntılarına göğüs geren, düşmandan dolayı korkuya kapılmayan bir ordunun zafere ulaşması her zaman için daha kolaydır.
İnsana sıkıntılar karşısında direnme gücü sağlayan sabır, yaşama dair hedeflere ulaşmak için çaba harcamanın gerekliliğini öğretir. Dolayısıyla insan sabrederse, sıkıntı ve engelle karşılaşsa bile kararlılığı zayıflamaz ve ondan bir şey yitirmez. Bu güçlü iradeyle amaçlarına daha rahat ulaşır ve daima başarı elde eder.
Şükrün Sonuçları
İnsan için yararlı olan maddi ve manevi her güzel şey nimet sayılır. Hakiki nimet ise ahiretteki mutluluktur. İnsanın zorluklar karşısında sabretmesi gibi nimetler karşısında şükretmesi de onun en mühim kulluk görevlerindendir.
Nimetler de musibetler gibi insanlar için birer sınama aracıdır. İnsanın bu sınavda başarı sağlayabilmesi için nimetin varlığında da yokluğunda da sabretmesi gerekir. Bu bağlamda Allah (cc), insana bahşettiği ihsanı geri aldığında kulun çok karamsar ve nankör olmasını yermiş, insandan bir sıkıntıyı giderip ona nimet verdiğinde de şükredeceği yerde azıp şımarmasını böbürlenmekle nitelemiştir.[66] Bu nedenle insanın, nimetler karşısında şımarmaması ve onların şükrünü sabırla ifa etmesi elzemdir. Çünkü verilen ihsana şükür yerine isyanda bulunan bir kimse için bu durum musibet olur.[67] Nimetlere şükretmek, belâlara karşı sabretmek ise insanın affedilmesine ve büyük mükâfatlar elde etmesine vesile olur.[68]
Yüce Allah, verdiği nimetlere karşılık kullarından şükretmelerini ister, şükrün aynı zamanda nimeti ziyadeleştireceğini de va’d eder (İbrahim 14/7). Nimetin gerçek sahibini unutup yanlış tutum sergileyenler için Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) şöyle der: “Bir kimse, nimet vereni bırakıp da nimeti görürse; böyleleri Allah’a (cc) karşı perdelidirler”[69] Bu perdelenme ise doğal olarak kişiyi bazı olumsuz tutum ve davranışlara yönlendirir.
Bolluk, bereket ve sıhhat içinde iken bunlara karşı şükrünü hakkıyla yerine getirmek ve onlardan şer’î kurallar çerçevesinde faydalanmak üzere sabretmek, belâ ve sıkıntılara göğüs germekten daha ehven değildir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896): “Afiyete karşı sabır, belâya karşı sabırdan daha çetindir”[70] diyerek yukarıdaki düşünceyi destekler. Nimet içinde bulunan kimse, genellikle kendisini diğer insanlardan farklı görerek nimetin değerini idrak etmez. Malıyla isyankârlığa kalkışarak her an için onu kaybedebilir. Bunun yanı sıra imanını ve ahlâkını yitirmesi ise onu kötü tutum ve davranışlara sevk edeceğinden bu durum onun malını kaybetmesinden daha feci bir akibettir.[71]
Kendisine verilen nimetler ile azıp şımaran nice milletlerin ve beldelerin helâk edildikleri Kur’ân’ın birçok âyetinde haber verilmiştir: “Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helâk etmişizdir. İşte kendilerinden sonra içlerinde pek az oturulmuş yurtları! (O yurtlara) biz varis olduk, biz” (el-Kasas 28/58). Nimetle şımarmak, nimete karşılık şükretmemek, milletler için bir helâk sebebidir. Allah (cc) tarafından bir lütuf olarak geçmişte emniyetli beldelere yerleştirilmiş milletler, nimet ile şımarmaktan ve şükretmemekten dolayı geride tek bir fert kalmamak üzere yok edilmişlerdir. Ancak Yüce Allah peygamber göndermedikçe, nimetle şımaran bu beldeleri yok etmemiştir. Bu durum, O’nun kullarına rahmetinin bir tezahürüdür. Ayrıca müminler, geçmişte helâk olmuş kavimlerden ibret alarak şımarmamaları (el-Kehf 18/47) konusunda ikaz edilmişlerdir.[72]
Hülasa şükrün hem dünyevî hem de uhrevî yönden pekçok faydaları vardır. Hayatın her alanında şükrü ilke edinenler, kendileri için psikolojik bir rahatlık temin ettikleri gibi toplum fertlerine de bu hususta örnek teşkil ederek mutluluklarına vesile olurlar. Aynı zamanda şükreden insanlar, Yüce Allah’ın ahirette kendileri için hazırladığı sonsuz nimetlere en büyük bir mükâfat olarak da mazhar olurlar.
Sabır- Şükür İlişkisi
Sabır, Yüce Allah’ın verdiği her türlü belâ ve musibete katlanıp O’na tevekkül etmektir. Şükür ise, Yüce Allah’ın verdiği nimetlerle yetinip, onları yerli yerinde kullanarak O’na karşı minnettarlık göstermektir. Buna göre sabır ve şükür kavramları arasında küçük bir farklılık olmakla birlikte her ikisinin de aynı anlam aralığını ifade ettikleri görülmektedir.[73] Allah (cc), Hz. Âdem’i ağaca yaklaşmamakla sınadığı gibi, insanoğlunu da bulunduğu konuma göre sabır ve şükürle sınamaktadır. Sabır, kişinin zorluklar karşısında ümitsizliğe kapılmaksızın, her şeyin Allah’tan geldiğinin şuuru ile hareket edip direnç göstermesidir. Dolayısıyla bu imtihan dünyasında kulun sıkıntılara sabretmesi de, nimetlere şükretmesi de onun, mevcut durumuna razı olduğunu göstermektedir. Söz konusu bu nitelik, sabır ve şükür arasında bağı ortaya koymaktadır.
Sabır ve şükür kavramları şu dört ayet-i kerimede birlikte zikredilerek aralarındaki sıkı ilişkiye vurgu yapılmıştır: “Andolsun ki Musa’yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket) günlerini hatırlat diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda sabreden ve şükreden herkes için âyetler (ibretler) vardır” (İbrahim 14/5). “Dilerse O, rüzgârı durdurur da onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır” (Şûrâ 42/33). “Ey Rabbimiz! Yolculuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır, dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, ibret kıssaları haline getirdik ve onları büsbütün parçaladık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır” (Sebe’ 34/19). “Size varlığının delillerini göstermesi için, Allah’ın lütfuyla gemilerin denizde yüzdüğünü görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır” (el-Lokmân 31/31).
Yukarıda verilen âyetler, sabır ve şükrün iç içe olduğunu ve her ikisinin de aynı amaca hizmet ettiklerini açıkça göstermektedir. Şöyle ki: zorluk ve sıkıntılarla taat üzere sabır gösteren bir insan, kendisine verilen nimetlerle birlikte karşılaştığı tüm bu durumlara şükrederse, Allah’a karşı şükrünü hakkıyla ifa etmiş olur; bu hal üzereyken şükründe sebat ederse sabrı gerçekleştirmiş olur. Çünkü musibet, ibadet ve nimetler doğrudan Yüce Allah ile ilişkilidir. Dolayısıyla darlığın da bolluğun da Allah’tan gelmesi insanlar için birer hayır anlamı taşır.[74]
Sabreden bir mümin ya bir darlık halinde, ya da bir bolluk halinde olur. Bu durum, müminin bu iki vaziyetten birisi üzere olma zorunluluğunu gösterir. Şayet zaman, kişinin istediği gibi geçiyorsa şükreder; istediği gibi geçmiyorsa sabreder.[75]
İnsan belâ, musibet ve fakirlikle imtihan edilir. İmtihanın sırrı da kişiye acizliğini hatırlatıp onu sabretmeye dolayısıyla yüce yaratıcıya şükretmeye sevk etmektir.[76] Sıkıntı ve darlığın verilmesinin bir hikmeti; sağlık ve bolluğun değerinin bilinmesi, bunların şükür ve sabır aracı olduğunun anlaşılması içindir.[77] Kötülükler; iyilikleri, güzellikleri, sıhhat ve selameti ayırt etmek için verilir.[78] Belâ ve musibetler olmazsa sabır da olmaz, dolayısıyla mükâfat durumu hikmetsiz kalır. Yüce Allah hikmetinin bir gereği olarak kullarını musibetsiz bırakmamış, hatta en büyük belâ ve musibetleri peygamberlere vermiştir. Onlar ise, musibetler karşısında nasıl sabır gösterileceğini yaşantılarıyla göstermişlerdir.[79]
Sabır ve şükür katışıksız ve saftır. Bu hususta Ebû Süleyman Darânî (ö. 215/830): “İçinde hiç şer bulunmayan şey, nimete şükür ve belâya sabırdır”[80] der. Yahya b. Muaz (ö. 258/872) ise, sabır ve şükrün diğer amellerden faziletli olduğunu şu sözlerle ifade eder: “Yarın ne fakirlik ne de zenginlik tartılacak, yalnızca sabır ve şükür tartılacak. Şu halde fakirliğe sabır, zenginliğe ise şükretmek gerekir.”[81]
Ahlakî erdemler arasında hem teorik hem pratik yönüyle birbiriyle en fazla ilişkisi bulunan kavramlar sabır ve şükürdür. Bu iki kavram sadece kendi arasında değil aynı zamanda diğer birçok erdemle de sıkı bir ilişki halindedir. Sabır ve şükür pek çok açıdan karşılaştırılabilir ancak burada yalnızca fazilet ve makam yönlerine dikkat çekilecektir.
Sabrın ve Şükrün Fazilet Açısından Mukayesesi
Sabır ve şükürden hangisinin daha faziletli olduğu hususunda birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Aslında bu ikisi arasında kesin bir tercih yapmak çok zordur. Müslim el-Bıttın’a “Sabır mı yoksa şükür mü daha faziletlidir” şeklinde soru sorulmuş; O da: “Sabır, şükür ve afiyet bizim için daha sevgilidir” diyerek fazilet açısından hepsinin birbirine eşit olduğunu ima etmiştir.[82]
Sabır ile şükrün fazilet açısından eşit olduklarını ileri süren Ebu Hamid el-Gazzâli ise, “şükür mü sabır mı daha faziletlidir?” sorusunu “Su mu ekmek mi daha değerlidir?” sorusuna benzetmiş ve suya ihtiyaç duyan için suyun, ekmeğe ihtiyaç duyan için ekmeğin daha kıymetli olduğunu belirtmiştir.[83] Bu sebeple zenginin övülmesi bolluktan, fakirin övülmesi darlıktan değildir. Mühim olan varlığın ve yokluğun hakkını vermek, sabretme ve şükretme iradesini ortaya koyabilmektir. “Yemek yiyip şükreden oruç tutup sabreden gibidir”[84]; “İmanın yarısı sabretmek, diğer yarısı da şükretmektir[85]; “Başına iyi bir şey gelirse şükreder, kötü bir şey gelince sabreder”[86] hadis-i şerîfleri de, imanın sabır ve şükür gibi iki eşit faziletten meydana geldiği düşüncesini teyit etmiştir.[87]
Selef âlimleri, belâya maruz kalarak sabreden Hz. Eyyüb hakkında: “O, ne iyi kuldu! Daima Allah’a yönelirdi” (Sâd 38/44) ve nimetlere şükreden Hz. Süleyman hakkında da: “Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi” (Sâd 38/30) âyetlerini delil göstererek sabır ve şükrün, fazilette eşit olduklarını, Yüce Allah’ın, sabreden ile şükreden kullarını aynı şekilde övdüğünü söylemişlerdir. Buna karşın bazı mutasavvıflar, bu iki ayetten sabır makamının şükür makamından daha üstün olduğu anlamını çıkararak şükrü gerektiren şeylere sabır gerektiğinden sabrın daha faziletli olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre sabır ehli bir kimse, şükür ehli bir kimseden daha değerlidir. Çünkü sabırda fakr, şükürde zenginlik hali vardır. Sabır, sıkıntı esnasında ortaya çıkan bir makamdır. Belâ ehli ise makam olarak peygamberlere daha yakın olanlardır.[88]
Yüce Allah, şükürde kullarını kendisi ile birlikte zikretmiş, fakat sabırda yalnızca Zât’ını anmıştır: “Biz insana, bana ve ana-babasına şükret diye tavsiyede bulunduk” (el-Lokmân 31/14). “Sadece Rabbin için sabret” (el-Müddessir 74/7). “Rabbinin hükmüne sabret” (et-Tûr 52/48). Hadis-i şerîfte de Allah’a şükür ile insanlara şükür birlikte zikredilmiştir: “İnsanlara şükretmeyen, Allah’a şükretmiş olmaz”[89] Yüce Allah’ın şükürde başka varlıklarla beraber Zât’ını anması sabırda anmaması, sabrın şükre kıyasla faziletli olduğuna delil gösterilmiştir. Süfyan es-Sevrî (ö. 161/777) de, musibet sırasında gösterilen sabrın en faziletli amel olduğunu söyleyerek bu konudaki görüşünü ortaya koymuştur.[90]
Sonuç itibariyle insan, yaşamının her anında nimetlerle karşılaştığı gibi belâ ve musibetlerle de karşılaşabilir. Burada önemli olan husus, kişinin her iki durumda da kadere rıza göstererek hakkıyla sabır ve şükür görevini yerine getirebilmesidir. İslâm’a göre üstünlük ve fazilet ölçüsü takvadır. Takva, sabır makamında da şükür makamında da gösterilebilir. Hangi makam kişiyi Allah’a (cc) daha fazla yaklaştırabiliyorsa o makam en faziletlidir. Bu nedenle sabır ve şükrü birbirine zıt iki erdem olarak düşünmek ve onları üstünlük yarışına sokmak doğru değildir.
[1] Gaziantep İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi
[2] Ebu Bekr Abdullah b. Muhammed b. İbrahim Ebu Şeybe, el-Kitâbü’l-musannef fi’l-ehâdîs ve’l-asar (Beyrut: 1988), 8/229.
[3] Süleyman b. Eş‘as es-Sicistânî Ebu Davud, Sünen-i Ebû Davud (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992), ”Edeb” 11; Ebû İsâ Muhammed b. İsâ Tirmizî, Sünen-i Tirmizî Tercemesi, çev. Osman Zeki Mollamehmetoğlu (İstanbul: Yunus Emre Yay. ts.), “Birr”, 35.
[4] İsmail b. Hammad Cevherî, es-Sıhah: Tâcü’l-luga ve sıhâhu’l-arabiyye, nşr. Ahmed Abdülgafur Attar (Beyrut: Dâru’l-ilm, 1979), 2/ 706; Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü’l-'arab, nşr. Ali Şîrî (Beyrut: 1992), 4/438; Muhammed Murtazâ Zebidî, Tacü’l-arûs min cevâhiri’l-kamûs (Beyrut: 1306), 3/324-325.
[5] Seyyid Şerîf Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rîfât, nşr. Muhammed Abdurrahman (Beyrut: 2003), 206.
[6] Râğıb el-İsfahânî, Müfredât fî Garîbu’l-Kur’ân, thk. Muhammed Seyyid Geylanî (Beyrut: Dâru’l-marife, ts.), 273.
[7] Fahruddîn Ebû Abdullah er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb (Tefsîri kebîr) (Beyrut: Dâru ihyâi’t-turasi’l-arabî, 1420), 4/130-131.
[8] Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rîfât,206.
[9] Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz (İstanbul: Pınar Yayınları, 2011), 177.
[10] Mustafa Çağrıcı, “Sabır”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008), 35/337-339.
[11] Hadîs-i şerîfte de sabır kelimesi metanet anlamında şu şekilde kullanılmıştır: “Sabır ilk sarsıntı esnasında gösterilen metanettir”. Ebû Abdullah Buhârî, Camiu’s-sahih (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981), “Cenâiz”, 32, 42; Ebû’l Hüseyn Müslim, es-Sahih (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981), “Cenâiz”, 14, 15.
[12] Muhammed b. Ya’kûb Fîrâzâbâdî, el-Besâiru zevi’t-temyîz fi letaifi’l-kitâbi’l-azîz (Beyrut: ts.), 3/334.
[13] Seyyid Ahmed Asım Efendi, Kamûs Tercemesi (İstanbul: 1305), 2/446.
[14] Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Cami‘ li ahkâmi’l-Kur’âni’l-azîm (Beyrut: ts.), 2/173.
[15] Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rîfât,128.
[16] Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, 306.
[17] Ebû Bekr Muhammed Kelâbâzî, et-Taarruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, Doğuş Devrinde Tasavvuf Taarruf, haz. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1992), 150.
[18] Ebû’l-Leys Semerkandî, Tenbîhu’l-gafilîn bustanü’l-ârifîn, çev. Abdulkadir Akçiçek (Ankara: Bedir Yayınevi, 1997), 2/519.
[19] Ebû’l-Kasım Abdulkerim b. Hevâzin Kuşeyrî, er-Resâilü’l-kuşeyriyye, Kuşeyrî Risâlesi, haz. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1991), 314.
[20] Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-dîn, thk. Zeynuddîn Ebû’l-Fadl Abdurrahim (yy.: Müessesetu’l-halebî, 1387/1968), 4/102.
[21] Muhammed Fuâd Abdülbakî, el-Mu‘cemü’l-müfehres (Beyrut: Dâru’l-mariye, 2002), 378.
[22] Buharî, “Teheccüd”, 6; Müslim, “Sıfatü’l-Münafıkun”, 79-81; Tirmizî, “Salat”, 87; Tirmizî, “Dua”, 113; Tirmizî, “Dua”, 23.
[23] Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-dîn, 4/84-85.
[24] Kuşeyrî, er-Resâilü’l-kuşeyriyye, 324.
[25] Yakup Yüksel, Tasavvufta Sabır ve Şükür Anlayışı (Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006), 26.
[26] Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, nşr. Ebû Hâcir Muhammed Saîd Besyûnî (Beyrut: 1405/1985), 1/178.
[27] Ebû Nuaym b. Ahmet b. Abdullah el-İsbahânî, Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ (Mısır: 1933), 2/59.