Bilindiği üzere emperyalizm sömürgecilik anlamına gelir. Yani belli bir kesimin veya gücün yeryüzündeki imkanlardan daha çok yararlanabilmesi için başkalarının imkanlarını ve güçlerini karşılığını vermeden veya çok az bir miktarını vermek suretiyle kullanmasıdır. Bu da ya egemen kesimin yaptırım gücünü baskı aracı olarak kullanması ya da kendi imkanlarını ve enerjilerini pazarlayanların ihtiyaçlarının kötüye kullanılması suretiyle gerçekleşmektedir. O yüzden emperyalizm veya sömürgecilik olarak nitelendirilen politikaya istismar denmektedir.
Bir şeyin eğer hakkını veriyorsanız onu kendi çıkarınız doğrultusunda değerlendirmenizde hukuki veya ahlaki bir sorun yoktur. Bilakis bu aynı zamanda toplumsal dengelerin korunması ve insanların kendi imkan ve enerjilerini pazarlaması suretiyle başkalarının imkan ve enerjilerinden yararlanmaları için zemin oluşturur. Örneğin birisi buğday üretir, bir başkası onu hakkını vererek satın alırsa, buğday üreticisi ürününü satarak elde ettiği imkanla kendisine kılık kıyafet ya da tarlasını sürmek için ihtiyaç duyduğu aracı satın alabilir. Böylece toplumda çark döner, güçler ve imkanlar da paylaşılır. Buna ticaret denmektedir. Ama birisi başkalarını tehdit etme gücüne sahip olmasından yararlanarak veya bir konuda ihtiyaç sahibi olmalarını kötüye kullanarak onların ürünlerini karşılıksız ya da değerinin altında bir karşılıkla alırsa ya da kendi imkanlarını hak etmediği bir karşılıkla satarsa bu da sömürüdür. Örneğin faizle borç vermek böyledir.
Sömürünün çok çeşitli yöntemleri geliştirilmiştir. Ancak biz burada emperyalizmi bütün boyutlarıyla ele alma imkanına sahip olmadığımız gibi amacımız da bu değildir. Bizim bu yazıda üzerinde durmak istediğimiz konu özellikle Siyonist vahşetin Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlar karşısında vuku bulan hadiselerle birlikte bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıkan kavram sömürüsüdür.
Batı emperyalizmi dünya egemenliğini sürdürmek için toplumları etki altına almada, insanlara sıcak ve sevimli görünen birtakım kavramlardan sürekli istifade ediyor. Hatta bu kavramlarla etrafında geliştirdiği anlayışları dokunulmaz tabular haline getirdiğini bile söylememiz mümkündür. Bunlar aynı zamanda siyasi egemenliğin bir baskı aracı ve sopası olarak kullanılmaktadır.
Bunların başında demokrasi, insan hakları, özgürlük ve laiklik gibi zamanımızın en çok öne çıkan ve siyasi oluşumların çizgilerini belirlerken veya insanları kendi çizgilerine davet ederken referans yani değer ölçüsü olarak kullandıkları, aynı şekilde başkalarına ayar vermeye çalışırken istifade ettikleri birtakım kavramları zikretmemiz mümkündür.
Bu tür kavramların İslami çerçevede tahlili çok yapıldığından burada tekrarına gerek görmüyoruz. Biz daha çok bu kavramları kendi siyasi otoritelerine meşruiyet kazandırmak ve saltanatlarını sürdürmek için bir temel değer olarak kullanan küresel emperyalizmin bu konularla ilgili iddialarında kesinlikle samimi ve gerçekçi olmadıkları, iki yüzlü yani çifte standartçı oldukları ve bu kavramları aslında kendilerinin bizzat yaptıkları tanımlara uygun bir şekilde içini doldurmak amacıyla değil sömürü politikaları karşısında toplumları uyuşturmak, pasifize etmek, etkisizleştirmek amacıyla kullandıkları, tersi bir sonuçla karşı karşıya geldiklerinde putlarını yiyen toplumlar gibi o kavramların üzerine nasıl pisledikleri çok açık bir şekilde ortadadır.
En başta şunu belirtelim ki bir şeyin doğruluğunu ve yanlışlığını belirlemek için çoğunluğun tavrı bir temel ölçü değildir. Bu konuda en başta Allah insanı vahiy yoluyla yönlendirmiştir. Vahiy insanın yolunu bulmasını sağlayan bir ışıktır. Ancak o ışıktan yararlanmanın aracı da insana verilen akıldır. Akıl yoluyla doğruları ve yanlışları keşfetmesi mümkündür. Aynı zamanda tecrübeyle yani deneme yanılma yoluyla da yeni bilgi ve bulgulara ulaşır ki insanın bu alanda yaptığı çalışmalarla elde ettiği birikimlere de bilim denmektedir. İnsan fıtratı da maruf ile münkeri birbirinden ayıracak nitelikte yaratılmıştır. Ama çoğunluğun bir yanlıştan yana olması onu yanlış olmaktan çıkarmaz. Nitekim Lut kavminin çoğunluğunun eşcinselliği benimsemesi ve işlemesi onu münker yani çirkin iş olmaktan çıkarmamıştır. Vahyin koyduğu sınırları aşmadan, ön yargılara değil aklın doğrularına göre kabul edilmiş değerlere bağlı kalarak, bilimsel tecrübelerden yararlanmayı ihmal etmeksizin ve insan fıtratını tahrif etmeksizin belirlenmiş ölçüler ve kurallar çerçevesinde insanların tercih yapmalarına hak tanınması elbette bir fazilettir.
Ama Batı emperyalizminin “demokrasi” ile kastettiği maalesef bu değildir. O, demokrasi ile toplumları sadece avutmayı ve onları kendi kendilerini yönettikleri yalanına inandırmayı amaçlamaktadır. Fakat Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumlarda halkların tercihlerinin onların dayattığı politikalardan ve politikacılardan yana olmayacağını bildikleri için bu toplumlarda kendilerinin tanımladıkları şekliyle dahi demokrasinin hakim kılınmasına hiçbir zaman fırsat vermemiş, uzaktan kumanda ettikleri sistemlerin geleceğinin tehlikeye girdiğini fark ettikleri yerde namlunun ucunu göstermekten hiçbir zaman çekinmemişlerdir. Ancak son zamanlarda yaşanan gelişmeler çok net bir şekilde gösterdi ki özenle himaye ettikleri Siyonist vahşete karşı kitlesel duyarlılığın yaygınlaştığını, tepkilerin geniş bir alana yayıldığını gördükleri an kendi toplumlarında bile demokrasi putuna tekme atarak copları konuşturmaktan ve diktatör yüzlerini göstermekten çekinmemektedirler. Bu onların demokrasiyi sadece Müslüman halklara değil Batı toplumlarına karşı da bir uyuşturucu olarak kullandıklarını açığa çıkardı.
Kendilerini “insan hakları”nın bekçileri olarak gösteren, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu konu üzerinde yoğunlaşan, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yayınlayan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi adıyla bir uluslararası yargı kurumu kurarak bu konudaki ihlallerin uluslararası yargı nezdinde takipçisi olacaklarının işaretini veren, her yıl insan hakları ihlalleriyle ilgili raporlar yayınlayan küresel emperyalist güçlerin Gazze’de gerçekleştirilen korkunç katliamlara, kundaktaki bebeklerin öldürülmesine, ailelerin toptan yok edilmesine, insanların kitleler halinde sığındığı okulların ve hastanelerin vurulması suretiyle katliamlar yapılmasına açıktan ve arsızca destek vermeleri, onların “akredite” saymadıkları, ezilen ve sömürülen toplumlara mensup insanları zaten “insan” olarak bile görmedikleri gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi. Biz bunu yıllardan beri anlatmaya çalışıyoruz.
Ancak kendi ülkelerinde, Gazze’de sergilenen vahşete sessiz kalamayan, harekete geçen vicdanları susturmak için hemen polis şiddetine başvurmaları, tehdidi bir araç olarak kullanmaktan çekinmemeleri gösterdi ki onlar “insan hakları” konusundaki iddialarında kendi toplumlarına karşı da samimi ve gerçekçi değillermiş. Bu konuyla ilgili söylem ve iddialarını da gerçekten insan haklarının bekçiliğini yapmak için değil kendilerinin dünya üzerindeki egemenliklerini meşrulaştırmak ve sağlamlaştırmak için bir araç, kitlelere yönelik de bir uyuşturucu olarak kullanıyorlarmış.
Siyonist vahşete tepki gösteren vicdanları sindirme amaçlı politikalar ve uygulamalar küresel emperyalizmin “insan” tanımının kapsama alanının bizim tahmin ettiğimizden de dar olduğunu gösterdi. Onlar aslında “insan hakları” davullarını çalarken karşılarında gerçek anlamda insan değil de küresel emperyalizmin çıkar ve politikalarına hizmet etmeye yatkın sürüleştirilmiş topluluklar istiyorlarmış. Çünkü insanın eğer fıtratı bozulmamışsa bugün Siyonist vahşetin icra ettiği insanlık dışı uygulamaları kabul edemez. Bir kimsenin böylesine bir vahşeti onaylayabilmesi hatta destekleyebilmesi için insanlıktan çıkmış olması gerekir. Demek ki küresel emperyalizm insan haklarının değil de insanlıktan çıkardıklarının haklarının bekçiliğini yapıyorlar. İşte Siyonist canavarlar da bu türdendir bir kesimi oluşturmaktadır. O yüzden emperyalizm Siyonist canavarların çıkar ve hesapları için binlerce insanı feda etmeyi ve insan topluluklarının haklarını çiğnemeyi göze almaktan asla çekinmez.
Batı emperyalizminin düşünce özgürlüğü konusunda tam anlamıyla sahtekâr olduğunu, Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’e hakaret anlamına gelen eylemlere izin vermesine rağmen uluslararası Siyonizmin bir sömürü aracı haline getirdiği antisemitizmle ilgili yorumlara bile asla müsaade etmemesinden ve yahudi katliamı konusunun siyasi arka planında Siyonist locaların da önemli bir rolü olduğu konusundaki kitabın yazarı Roger Garaudy’yi bu iddiasından dolayı mahkum etmesinden biliyorduk. Batı emperyalizmini yönlendiren Siyonist lobiler, işgalci İsrail’in katliamlarının kamuoyunun gündemine getirilmesini ve eleştirilmesini bile engellemek için Siyonist vahşete tavır koymayı da bir tür antisemitizm olarak kabul ettirmeyi başarabildiler. Siyonist işgal rejiminin katliamlarına tepki göstermenin ve tavır koymanın yahudi düşmanlığıyla herhangi bir ilgisinin olmadığını bu katliamlara vicdanları razı olmayan yahudilerin bile tepki göstermesi açıkça gözler önüne serdiği halde Batı emperyalizmi siyonist katillerin geniş kalabalıklar nezdinde mahkum edilmesine imkan sağlayacak medya faaliyetlerinin önüne geçmek için siyonist vahşeti eleştirmeyi antisemitizm olarak tanımlama konusundaki ısrarından vazgeçmedi.
Batı emperyalizmi “antisemitizm” sopasını aynı zamanda vicdanları sindirmek ve zulme tavır koyanları susturmak için bir tehdit aracı olarak kullanmaya devam ettiğinden Gazze’deki katliamları protesto amacıyla meydanlara çıkan kalabalıklara karşı polis şiddetini çok arsız bir şekilde devreye sokmasıyla düşünce özgürlüğü hakkında sürekli tekrar edip durduğu iddialarında ne derece sahtekar, yalancı ve ikiyüzlü olduğunu gayet açık bir şekilde gözler önüne serdi.
Allah’ın vahiyle bildirdiği prensiplerden son derece uzaklaşarak bir tür yahudi ırkçılığına dönüşen güncel yahudi şeriatını devlet sistemi olarak kabul ettiğini ilan etmekle kalmayıp “İsrail”in bir yahudi devleti olduğuna, dolayısıyla yahudilerin bu devlette ayrıcalıklı konumda olacaklarına” dair yasayı meclisinde kabul eden siyonist işgal rejiminin aşırı mutaassıp tutumunu sorgulamazken Müslüman kadının tesettürüne el uzatan, ona inanç özgürlüğü tanımayan Batı emperyalizminin “laiklik” konusunda da ne kadar sahtekar, ikiyüzlü ve yalancı olduğu ortadadır.
Bu arada laiklik konusunda şunu belirtelim ki Hz. İsa’nın tebliğ ettiği inanç prensiplerinden uzaklaşan, eski putperest toplumların paganist tanımlamalarına özenerek Tanrı’yı baba, İsa’yı oğul yapan Hristiyanlığın Engizisyon zulmünü tecrübe etmiş Batı toplumlarının belki laikliğe ihtiyacı olabilir ama İslam’ın ihtiyacı yoktur. Çünkü inanç özgürlüğünün en mükemmel şekli zaten İslam’da mevcuttur ve Allah’ın vahiyle bildirdiği şeriat her zaman beşer çalışmalarının ürünü olan şeriatların üstündedir.