
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN *
Sözlükte doğruluk, dürüstlük, nâmuslu hareket etme ve doğru davranış mânâlarına gelen istikâmet, Müslümanın vazgeçilmez özelliklerinden biridir. İstikâmet üzere olmak zordur ama bu, Müslüman için bir süstür, zînettir. İstikâmet üzere yaşamak Yüce Allah’ın emri, sevgili Peygamberimizin de sünnetidir.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de müminleri menzil-i maksûde, yani cennete götürecek yolu “sırât-ı müstakim” diye isimlendiriyor. Biz de her gün kıldığımız namazların her rekâtında okuduğumuz Fâtiha sûresinde yüce Allah’a şöyle duâ ediyoruz: “Yâ Rabbi! Bizi sırât-ı müstakim’e hidâyet eyle, doğru yola ilet!” Bu şekilde duâ etmemizi de bize rabbimiz öğretiyor. Hedefe varıncaya kadar sırât-ı müstakimde yürüyenlere de istikâmet sahibi müminler diyoruz.
“İstikâmet, Arapça bir kelimedir, ne mânâya geldiğini bilmiyoruz, biraz açıklar mısınız?” diyen okuyucularımıza şu açıklamayı yapalım. İstikâmet, hedefe giden yolda dik ve sapmadan yürümek demektir. Hem yolun dosdoğru hem de yürüyenin dosdoğru olması demektir. Dik duruş, esas duruş, onurlu ve kararlı yürüyüş demektir. İstikâmetin zıddı, sapma, eğilme, bükülme ve neticede şahsiyetsiz hale gelmedir.
İstikâmet, hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de hadis-i şeriflerde geçen bir kavramdır. İstikâmet üzere yaşamak Yüce Allah’ın emri, sevgili peygamberimizin de sünnetidir. Yüce Allah, Peygamber Efendimizin şahsında bütün müminlere istikâmet üzere yaşamalarını emretmiş; sevgili peygamberimiz de bu emre sımsıkı sarılarak bize örnek olmuştur.
A.) Kur’ân-ı Kerîm’de İstikâmet
1- Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd Sûresi, 11/112) Bu âyetin muhâtabı sevgili Peygamberimizdir. O, doğru yolda, dürüst bir yaşayışa sahipti. Kendisi doğru yolda olan Peygamber’e “dosdoğru ol!” emrini vermek, “doğrulukta devam et!” anlamındadır.
Emrolunan sınırlar içinde, emrolunan şekilde dürüst bir yaşayışı sürdürmek, takdir edileceği gibi büyük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret ister. Bu ise gerçekten zor bir iştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu âyetten ötürü, “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr sûreleri kocalttı” buyurmuştur (Tirmizî, Tefsîr 56). Şu kadar var ki, dosdoğru olmak, olanca zorluğuna rağmen, imkânsız değildir. Zira dinimizde güç yetirilmeyecek bir yükümlülük yoktur. Allah hiç kimseye güç yetiremeyeceği yükü yüklemez.
2- “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da âhirette de sizlere dostuz. Esirgeyip bağışlayan Allah’ın ikrâmı olarak (cennette) canınızın çektiği ve dilediğiniz her şey sizindir’ derler.” (Fussilet Sûresi, 41/30-32) Allah’a inanan, sonra da bu inanca uygun olarak dosdoğru yaşayan, söz ve hareketinde dürüst davranan, hilekârlığa sapmayan insanlara zaman zaman melekler gelirler; “Gelecekten endişe etmeyin, geçmişe üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin, neşelenin” derler. Zira bir başka âyette belirtildiği gibi zaten “Allah’ın dostları için ne korku ne de hüzün vardır.” (Yûnus sûresi,10/62)
Ölüm anında, kabirde, yeniden dirilme sırasında, hâsılı korkulu her zamanda dürüst müminlere gelen melekler, kendilerine dünya ve âhiret hayatında dost olduklarını da söylerler. Yalnız olmadıkları müjdesini verirler. Sonra da gafûr ve rahîm olan Allah’tan bir lütuf ve ikrâm olarak cennette canlarının çekeceği, isteyecekleri her şeyin kendilerini beklediğini, bununla sevinmeleri gerektiğini hatırlatırlar. Bunca nimet, ikrâm ve iltifat, “Rabbimiz Allah’tır diyen, sonra da dosdoğru yaşayanlar” içindir. Yani îmân ve istikâmet sebebiyledir. Bütün bunlar îmân ve istikâmetin insan hayatında ne kadar önemli iki esas olduğunu göstermektedir. Zira büyük ikrâmlar, kıymeti yüksek olan işler için verilir.
3- “Rabbimiz Allah’tır diyenler sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün; onlar cennetliktir. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır” (Ahkâf Sûresi, 46/13-14). Tek Allah’a inanan ve doğruluğu hayat prensibi edinenler için korku ve hüzün söz konusu değildir. Böylesi insanlar cennetliktir. Gösterdikleri üstün başarının mükâfâtı olarak cennette temelli kalacaklar, oradan çıkarılmayacaklardır. Bir önceki âyette melekler vasıtasıyla müjdelenen gerçekler, bu âyette doğrudan Yüce Allah tarafından duyurulmaktadır. Ayrıca da “cennette ebedî kalacakları” ilâve edilmektedir. Bu, devamlı mutluluk garantisidir. Bitip tükenmeyecek bir mutluluktan sonra, geriye ne kalır ki? O halde bir kere daha söylemekte fayda vardır; îmân ve istikâmet ebedî mutluluktur. Rabbim cümlemize nasip etsin.
Bu yazıyı merhum Seyyid Kutub’un, Ahkâf Süresi’ndeki bu âyeti tefsir ederken söyledikleri ile süslemek istiyorum. “Rabbimiz Allah’tır” sözü söylenip geçilen bir söz değildir. Sadece vicdanlarda yer etmiş bulunan bir inancın ifadesi de değildir. Bu söz mükemmel bir hayat nizâmının ifadesidir. Bütün hareket ve heyecanları içine alan bir duygu ve düşünce ölçüsü getiren, insanlar ve eşya için, hareketler ve hadiseler için ve bu dünyadaki her türlü bağlılık ve münasebetler için bir değer ölçüsü getiren sistemin ifadesidir.
“Rabbimiz Allah’tır.” O’na ibâdet eder ve O’na yöneliriz. O’ndan korkar ve O’na dayanırız. O’ndan başkasına hesap vermez, O’ndan başkasından korkmaz ve O’ndan başkasına gönül bağlamayız. Ancak O’nun hükmüne boyun eğer, ancak O’nun şerîatine bağlanır ve ancak O’nun hidâyetini benimseriz. Biz Allah’a bağlanarak onunla râbıtamızı devam ettiririz. Seçilen yolda dosdoğru yürümek, doğrusu pek zor ve değişik tehlikelerle çevrilidir. Yolda yığınlarca dikenler, engeller ve çöküntüler vardır. Her yandan gelen sapık sesler ve çığlıklar duyulur.
“Rabbimiz Allah’tır.” İşte yol budur. Bu yolu bilip seçtikten sonra ikinci basamak, o yolda dosdoğru yürümektir. Allah’ın kendilerine bilgi ve istikâmet lütfettiği kimseler de seçkin kimselerdir. Ve onlar için “korku yoktur ve üzülecek değillerdir.” Neden korksun onlar ve niçin üzülsünler ki? Gittikleri yol doğru yoldur. Ve bu yolda mutlak neticeye varacakları yer garantilidir.”
B.) Hadislerde İstikâmet
Hz. Peygamber Efendimizin, İstikâmet konusunda hadis kitaplarımızda bulunan birkaç hadis-i şerifinin meâli şöyledir:
1- Ebû Amr (veya Ebû Amre) Süfyân İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu: “Allah’a inandım de sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, İmân 62; Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.)
Hadîs-i şerîfin râvisi Süfyân İbni Abdullah, Peygamber Efendimize isteğini son derece nazik sınırlar içinde arzetmiş, “Bana İslâmiyet’i tarif et!” deyip geçmemiş; “Bana İslâmiyet’i öylesine özlü, açık ve kapsamlı tarif et ki, bir daha senden başkasına sorma ihtiyacı duymayayım” demiştir. İstek, olabildiğince güzel ifade edilmiştir. Ancak cevabı, sanıldığı kadar kolay değildir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in verdiği cevabı bilmeyecek olsaydık, aynı soruya bizler ne cevap verirdik? Bir düşünmek gerek.
Efendimiz, peygamberlik birikimi ve cevâmiü’l-kelim (az sözle engin mânâlar dile getirme) özelliği ile bu zorlu isteği, “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol!” diye iki cümlecikle cevaplamıştır. Hadisin bir rivayetinde cevap, “Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!” şeklindedir. Peygamber Efendimiz’in bu nefis ve veciz cevabı ile konunun başında meâllerini verdiğimiz iki âyetteki “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlar” ifadeleri arasındaki uyum çok açıktır. Yani Efendimiz’in cevabı, bu âyetlerden alınmıştır. Sünnet-i seniyyenin, Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı olduğu bu örnekte son derece net olarak görülmektedir.
Bu hadis-i şerif bize “Tevhid ve istikâmet, işte size İslâmiyet” mesajını vermektedir. Tevhid ve istikâmet, İslâm’ın tanıtımında iki temel unsur olunca, bunların tarifi de İslâmî esaslara göre yapılacaktır. Başka düşünce ve sistemlerin tespit ve kabullerine asla itibar edilemez. Her şeyden önce istikâmet, hâlis bir tevhid inancına dayanmalıdır. Temelinde tevhid bulunmayan istikâmetten söz edilemez. Hayata istikâmet veren Allah’ın birliği inancıdır. Zira gerek âyetlerde gerekse hadisimizde “Rabbim Allah” dedikten sonra “doğru olmak” tan bahsedilmektedir. Ancak hemen işaret edelim ki, “Tevhid inancına sahip olan herkes, dürüst bir hayata sahiptir” de denilemez. Çünkü istikâmet, tevhid’in zarûrî neticesi değil, aksine tevhid, istikâmetin vazgeçilmez ön şartıdır.
İstikâmet üzere yaşamak, fevkalâde dikkat ve gayret ister. Yine de tam olarak başarılamayabilir. Nitekim Fussılet Sûresi’nin altıncı âyetinde “... Hepiniz Allah’a giden doğru yolu tutun, O’ndan bağışlanmak dileyin...” buyurulmuştur. Buradaki mağfiret isteme tavsiyesi, istikâmetteki kusurlarla ilgilidir. Bir hadîs-i şerîfte de Hz. Peygamber “Tam anlamıyla başaramazsınız ya, siz (yine de) dosdoğru olun!” (İbni Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû 2; Muvatta’, Tahâret 36) buyurmak suretiyle doğruluğun ne kadar zor olduğunu dile getirmiş, buna rağmen dürüstlükten asla vazgeçilmemesi gerektiğini de bildirmiştir. Zira meşhur kâidedir; “Tamamı elde edilemeyenin tamamı terkedilmez.”
Doğrulukta kalbin ve dilin dürüstlüğü pek büyük önem arzetmektedir. Kalp, beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah’a iman edip dürüstlüğü benimseyen bir kalp, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği de diğer organların tavırlarına tesir eder. Nitekim bir hadis-i şerifte “Her sabah bütün organların dil’e hitaben; bizim hakkımızda Allah’tan kork. Biz sana bağlıyız. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğriliriz.” (Tirmizî, Zühd 61) dedikleri bildirilmiştir. Bu, doğru sözlü olmanın önemini göstermektedir. Hatta bir başka hadiste de Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 198). O halde özüyle sözüyle dosdoğru olmak gerekmektedir. Peygamberimizin “Allah’a inandım de sonra da dosdoğru ol!” tavsiyesinin mânası budur. İslâm da bundan ibarettir.
2- Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “(İşlerinizde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” Bunun üzerine dediler ki: “Sen de mi kurtulamazsın, ey Allah’ın elçisi?” “(Evet) ben de kurtulamam. Şu kadar var ki Allah, rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka.” buyurdu. (Müslim, Münâfikîn 76, 78.)
Aşırıya kaçmadan, tamamen ihmal de etmeden işleri orta yolu takip ederek mûtedil bir tarzda yürütmek, dosdoğru olmak bakımından büyük önem taşımaktadır. İnsan, ifrat veya tefrite düşerse, istikâmeti de kaybeder. Demek oluyor ki, orta yolu tutmak, istikâmettir. Mu’tedil olmak, müstakîm olmak demektir. Hislerde, duygularda ve davranışlarda müstakîm olmak isteyen önce mu’tedil olmaya bakmalıdır. Daha dindar yaşamak ve âhirette yüksek derecelere kavuşmak gibi sırf dinî ve uhrevî duygular bile i’tidâl ve istikâmetten ayrılmayı gerektirmemelidir. “Biliniz ki, hiçbiriniz amelleri ile kurtuluşu elde edemez.” gerçeği, bunu göstermektedir.
Dindarlık gayretiyle de olsa, aşırılık aslâ doğru değildir. Çünkü ne kadar iyilik ve ibadet yaparsa yapsın, bir insan bu hareketleriyle kurtuluşunu temin edemez. Zira kurtuluş Allah Teâlâ’nın lütfu iledir. O halde yapılacak iş, mu’tedil ve müstakîm bir çizgide dini yaşamaya, onun esaslarına tüm hayatında bağlı kalmaya, gücü ölçüsünde çalışmaktan ibarettir. İşte bu tabiîlik ve i’tidal, insanın hem dünyada huzur ve mutluluğuna hem de âhirette kurtuluşuna sebeptir. Dinî bir maksatla bile aşırılığa gerek olmadığına göre, artık başka hiçbir sebep ve gerekçe ile i’tidal ve istikâmetten ayrılmamak lâzım gelir.
“Kurtuluşun amelle kazanılamayacağı” gerçeği, ashâb-ı kirâmı son derece etkilemiş ve biraz da hayrete düşürmüş olmalı ki, bu konuda Hz. Peygamber’in bir istisna teşkil edip etmediğini hemen soruvermişler. Efendimiz kendisinin farklı bir imkâna sahip olmadığını belirtmiş, Allah’ın kerem ve lütfu olmadıktan sonra amellerinin kendisini kurtaramayacağını söylemiştir. O halde artık, emir ve yasaklara uymakta gösterilecek mu’tedil bir dikkat ve vazgeçilmez bir dürüstlükten başka hiçbir şeye gerek kalmamaktadır.
Öyle sanıyoruz ki, insanda istikamet fikri ve uygulaması işte bu noktanın iyice hazmedilmesine bağlıdır. Sevgili Peygamberimiz bu hadisiyle biz ümmetini, bu noktada, kendi durumunu da ortaya koyarak uyarmış bulunmaktadır.
Netice olarak şu husus unutulmamalıdır: Ameller, kurtuluşun bir bedeli değil, bahânesidir. Amele muvaffak kılan da onları kabul eden de Allah’tır. O halde neresinden bakılırsa bakılsın, kurtuluşumuz Allah’ın lütuf ve keremi iledir. Orta halli (mu’tedil), dürüst (müstakîm), sürekli ve kararlı (müstekar) bir tavır, erişilmek istenen hedefe götüren en güvenilir ve sağlıklı yoldur, eskilerin tâbiriyle “eslem tarîk”tir. Allah cümlemizi buna muvaffak kılsın.[1]
C.) Muhammedü’l-Emîn
Her işimizde olduğu gibi ‘kullukta istikâmet üzere olmak’ konusunda da numûne-i imtisâlimiz Hz. Peygamber efendimizdir. O, peygamberlikten önce de peygamber olduktan sonra da istikâmet üzere yaşadı ve dost, düşman herkesin güvenini kazandı. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) doğup büyüdüğü Mekke şehrinde herkesin takdir ettiği dürüst bir hayatın sahibi olduğu için bütün Mekkeliler onun isminin sonuna güvenilir mânâsına gelen ‘el-emîn’ sıfatını ekleyerek kendisine ‘Muhammedü’l-emîn’ demişlerdi. Mekke halkı ona olan güvenini peygamber olduktan sonra da devam ettirdiler. Hz. Peygamber Efendimiz, peygamberliğinin ilk yıllarında Mekkelileri bir gün sabahın erken saatlerinde Safâ tepesine toplamış ve onlara şöyle demişti:
__”Benimle sizin durumunuz, düşmanı görünce âilesini haberdâr etmek üzere koşan adamın durumu gibidir. Şimdi söyleyin, ben size “Şu dağın arkasındaki vâdiden size zarar vermek, mallarınızı yağmalamak için gelen bir takım düşman atlılarının bulunduğunu söylesem, bana inanır mısınız?” Kalabalık içinde bulunan birçok kişi şöyle dediler:
__Evet, inanırız. Çünkü sen, yalan söylemezsin. Sen, her zaman bizim en güvenilenimiz oldun” (Buhârî, Menâkıb 13; Müslim, Îmân 89).
Mekkeliler, dedikleri gibi Hz. Peygamber Efendimize her zaman güvenmişlerdir. Onlar, Hz. Peygamber Efendimize değil, onun getirdiği vahye ve dine itiraz ediyorlardı. Bu konuda yani Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber Efendimize olan güvenleri konusunda çok şeyler söyleyebiliriz ama şu iki gerçeği nazara vermekle yetinelim.
1.) Hicret gecesinde Hz. Peygamber Efendimizin, sahiplerine verilmek üzere Hz. Ali’ye teslim ettiği emânetlerdir. Bu emânetlerin müşriklere âit olduğu bilinmektedir. Çünkü hicretten sonra Mekke’de kalan mümin yoktur, hepsi Medine’ye hicret etmiştir. Ticâretle meşgul olan Mekkeliler, şehir dışına çıktıkları zaman paralarını ve kıymetli eşyalarını dönünceye kadar Hz. Peygamber Efendimize emânet ederlerdi. Müslümanlığı kabul etmedikleri halde ona olan güvenleri devam etmekteydi. Çünkü o, istikâmet üzere yaşayan dürüst bir insandı.
2.) Bu gerçeği en güzel ifade eden olaylardan biri de Bizans Kayseri Herakliyüs ile Mekke lideri Ebû Süfyan arasında geçen konuşmadır. Hz. Peygamber Efendimiz, 7/628 yılında hükümdârlara, vâlilere ve kabile reislerine İslâm’a dâvet mektupları gönderdi. Hz. Peygamberin elçisi Dıhye b. Halife, dâvet mektubunu o sırada Şam’da bulunan Kayser’e takdim etti. Kayser de kendisine mektup gönderen bu peygamber hakkında bilgi edinmek istedi. Adamları ona o sırada ticâret için oralarda bulunan Ebû Süfyan’ı bulup getirdiler. O zaman henüz Müslümanlığı kabul etmemiş olan Ebû Süfyan ile Kayser arasında cereyan eden konuşma kaynaklarımızda mevcuttur. Kayser tarafından sorulan sorulara doğru cevaplar veren Ebû Süfyan, Hz. Peygamber Efendimizin güvenilir oluşuna, doğruluğuna, dürüstlüğüne ve istikâmet üzere bir hayat yaşadığına vurgu yapmaktadır. Görülüyor ki, Hz. Peygamber Efendimiz, düşmanlarının bile takdir ettiği dürüst bir insandır.
Kimin Sırtına Vurduysam…
Yüce Allah’ın “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emrine sımsıkı sarılıp bir ömür boyu istikâmet üzere yaşayan Hz. Peygamber Efendimiz, dâvâsının örnek temsilcisidir. Yüce Allah’ın emirlerine imtisal edip nehiylerinden kaçınan Hz. Peygamber Efendimiz, Rabbine karşı sorumluluğunu yerine getirirken bir peygamber ve bir devlet başkanı olarak çevresindeki insanlara karşı da yapması gerekenleri eksiksiz olarak yapmıştır. Yüce İslâm dinini îmân, amel ve ahlâk olarak yaşayan Peygamberimiz, bu üç konuda da bize altın harflerle yazılacak hâtıralar bırakmıştır. Evinde mükemmel bir eş, câmide örnek bir imam, Suffe’de şefkatli bir öğretmen, savaşta merhametli ve âdil bir komutan olan Peygamberimizin vefat etmeden önce yaptığı sohbetler ve bize bıraktığı sünnet çok önemlidir. Vefatından önce mescide çıkmış ve cemaatine şöyle demişti:
“Ashâbım! Bana karşı şikâyetleriniz ve söyleyecekleriniz olabilir. Sizden kimi incitmiş ve kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım; gelsin ve sopasıyla sırtıma vurarak hakkını alsın. Her kime de ağır söz söylemiş ve gönlünü kırmışsam, gelsin ve içindekini bana söyleyerek hakkını alsın. Eğer birinin malını almışsam, işte malım, gelsin alsın ve benden bir itiraz gelecek diye hiç korkmasın; zira itiraz etmek âdetim değildir. Benim yanımda sizin en sevgili olanınız, eğer hakkı varsa hakkını benden alan veya hakkını helal edendir. Böyle yaparsanız ben de Rabbime gönül hoşluğu ve kalp rahatlığı ile varmış olurum.” Hz. Peygamber Efendimiz, bunları söylüyor ama kimseden ses çıkmıyordu. Ancak o, bu konuda ısrarlıydı; biraz sonra aynı talebini yeniden tekrarladı. Bu sefer, birisi ayağa kalktı ve kendisinden üç dirhem alacağı olduğunu söyledi. “Yoksul birisine sadaka verecektiniz, paranız yoktu, benden üç dirhem borç almıştınız” dedi. Bunu üzerine ona o borç hemen ödendi.
Saygıdeğer okuyucularım! Böyle bir insan, böyle bir lider, böyle bir devlet başkanı, dünyanın neresinde görülmüştür? Hz. Peygamber Efendimiz, muhatap aldığı bu insanlarla altmış üç sene birlikte yaşadı. Yirmi üç sene onların peygamberi, on sene de onların devlet başkanı oldu. Onlarla birlikte yol yürüdü, savaşa gitti, umreye gitti, hacca gitti. Birlikte oturdu, yedi, içti, sohbet etti. O da bir insan ve bir beşerdi. Yanılıp birini kırabilir, birini incitebilirdi. Hayır, hiç kimseyi kırmadı ve hiç kimseyi incitmedi. Hiç kimsenin hakkını almadı. Anasından doğduğu gibi tertemiz gitti. İşte istikâmet budur. Bizim için kullukta istikâmet, sünnete ittibâdır. Yani adam gibi yaşamaktır.
Sonuç
İnsanımızda istikâmet (dik duruş, kimlikli oluş) eksikliği gördüğüm için bu sıralar yaptığım konuşmaları ve yazdığım yazıları hep bu konuya tahsis ediyorum. Sıradan insanımız, âlimimiz, öğrencimiz, velhâsıl hepimiz boş çuval gibi yığılıp kalıyoruz. Geri adım atıyoruz, teslim oluyoruz, kendimizi inkâr ediyoruz, geçmişimizi yargılıyoruz, “Ben, artık orada değilim; sen, hâlâ orada mısın?” diyoruz. Bütün bu olumsuzluklar, şahsiyet bozukluğundan, kimliksizlikten ve tutarsızlıktan ileri geliyor. İnsanımızı yetiştirmesi ve yönlendirmesi gereken âlimlerimizde, hocalarımızda ve ilâhiyatçılarımızda bir dünyevîleşme ve köşeye çekilme gibi istenmeyen durumlar görülüyor. Hâlbuki fertleri ve toplumları âlimler yetiştirir. Âlimler cemiyetin tuzudur: onlar, toplum kokmasın ve çürümesin diye vardır. Onların şahsında görülen dik duruş ve istikâmet, insanımıza azık olacak ve çürümek üzere olan yapı bununla dirilecektir.
*Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi
İslâmî İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi
[1] Hadis-i şeriflerin manaları ve şerhleri konusunda Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir ve Prof. Dr. Raşit Küçük hocalarımızın ortak eseri olan Riyâzü’s-sâlihîn tercüme ve şerhi’nden yararlandım.