Bilindiği gibi İslâm Dini, Allah katında gerçek din olup[2], Allah’ın hoşnut olduğu, eksiksiz ve tam bir mükemmeliyet içinde vaz’ ettiği[3], Hz. Peygamber (s.a.v.)’i de onu tebliğe[4], tebyîne[5], ittibâya[6] ve bu konuda kullarını inzâr etmeye (uyarmaya)[7] memur ettiği kutlu bir dindir. Kur’an-ı Kerim, bu yüce dinin mukaddes kitabıdır. Bu kitap, Cenâb-ı Hak’kın yüce katından insanlığa uzanan sağlam bir iptir ( hablü’l-metîn)[8] ki, ona sarılan daima aziz olur ve gözlerin görmediği, akılların tasavvur edemediği nimetlerle mükâfatlandırılır.[9] Kur’an, kendisine tâbî olanlara dünya ve âhiret saâdetinin yollarını gösterir. Bu konuda genel kâideler ve küllî prensipler koyar. Bazı meselelerde de doğrudan düzenleyici normlar getirir.[10]
Peygamber (s.a.v), Allah’ın emirlerini tebliğ edip duyurmak için kulları arasından seçtiği elçilerdir. “Peygamberlik müessesesi vahiy esasına dayanır. Vahye muhatap olan peygamber, kendisine irâdesi dışında telkin edilen hususların Allah’tan geldiğine dâir kesin bir bilgiye sahip olur. İlâhî vahye muhâtap olmak Allah’ın belirlemesiyle gerçekleşir. Bu sebeple çalışmak ve ilâhî emirlere uymak suretiyle peygamber seçilmek mümkün değildir.
Peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur. Kur’an’da adları geçen Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Lût, İsmâil, İshak, Ya‘kūb, Yûsuf, Şuayb, Eyyûb, Zülkifl, Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, İlyâs, Elyesa‘, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Muhammed (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun)’den ibâret yirmi beş peygambere inanmak farzdır. Kur’an’da adı zikredilen Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’in peygamberlikleri ihtilâflıdır. 124.000 peygamberin gönderildiği hakkındaki rivâyet[11] bu konuda kesin delil olarak kabul edilmemiştir.”[12]
Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’an’ı, Allah’ın kendisine verdiği görev istikâmetinde tebliğ etmiş, açıklamış ve bizzat yaşamıştır. “Zâtıyla birlikte Rasûlü’ne itâati de emreden Allah (c.c.), Kur’ân-ı Kerîm’de ona itâati kendi sevgisine, mağfiretine bir vesile ve âhiret saâdetinin ön şartı olarak açıklamaktadır.[13] Ayrıca “Biz sana zikri indirdik ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasın”[14] âyeti ile Hz. Peygamber’in sünnetinin önemi vurgulanmaktadır. İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı, sünnetin müstakil teşriî değerini kabul etmekle birlikte, bunun Kur’ân-ı Kerîm’in önüne geçeceğini hiçbir zaman ileri sürmemişlerdir. Daha açık bir ifadeyle sünnet, hüküm koyma ve delil olma açısından Kur’ân-ı Kerîm’den sonra ikinci sırada yer alır.[15] Allah (c.c.) O’na inanılmasını emreder.[16]
Hz. Peygamber’in ahlâkından sorulduğu zaman Hz. Âişe (r.a): “O’nun ahlâkı Kur’an’dı”[17] buyurarak, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı hayatında nasıl yaşadığını çok açık bir şekilde anlatmıştır.
Onun içindir ki Peygamber inancı İslâm inanç esaslarından birini teşkil etmektedir. Gerek Kur’an âyetleri gerekse başta Cibrîl hadisi olarak bilinen hadis olmak üzere pek çok hadis bunu te’yid etmektedir. İslâm ile şereflenebilmek/müslüman olabilmenin ilk ve en önemli şartı, kelime-i tevhidi / Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah cümlesini ve kelime-i şehâdeti / Eshedü en lâilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Rasûlüh cümlesini içtenlikle inanarak söylemek gerekmektedir. Yani Allah’a (c.c.) ve Peygambere /Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in O’nun emirlerini tebliğ eden elçisi olduğuna yakinen inandığını dil ile söylemektir. Bu icmâlî imandır. Diğer iman esasları bu ifâdenin mütemmimi ve tafsili hükmündedir.
Kur'an, Hz.Âdem (a.s) ile başlayan peygamberliğin sonuncusunun Hz. Muhammed (s.a.v) olduğunu haber vermiş, O’nun için “hâtemü’n-nebiyyîn” terkibini[18] kullanmıştır. O bütün insanlığa gönderilmiş[19] ve umumi risâletle yükümlü tutulmuştur ve onunla peygamberlik bitmiştir. O’nun peygamberliği hakkında, Allah'ın ve meleklerin ona şâhit olduğu Kur’an’da ifâde edilmiş[20]
İşte Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve takrirleri demek olan “sünnet” kavramı, Allah’ın dinini anlama ve hayata tatbik etmede teorik ve pratik olarak Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu nebevî metotdur.[21]
Bunu ifâde için Yusuf el-Kardâvî, Sünnet’i tarif ederken şöyle der :
“Sünnet, Kur’an’ın yaşanmış şekli; Hz. Peygamber’in hayatının Kur’an’ın canlı bir timsâli idi.”[22]
Bu nebevî metod yani sünnet, Kur’an’ın mücmelini tafsil eder, müphemini açıklar ve pratik örneklerini ortaya koyar. Hz. Peygamber’in örnek şahsiyeti, bizzat Kur’an ayetiyle tasdik edilmiştir.[23] Hz. Peygamber (s.a.v.) de pek çok hadislerinde, dinin, kendisinin açıkladığı ve uyguladığı şekilde anlaşılıp yaşanmasını ifâde etmişler: “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyor iseniz siz de öylece namaz kılınız”[24], “Bana uyan cennete girmiş, âsî olan ise, emrime uymaktan imtinâ etmiştir”[25] buyurmuşlardır. Kısaca din yani İslâmiyet, “Kur’an ve sünnet bütünlüğü” içinde vaz’ edilmiştir. Kur’an’ı, sünnetten ayrı düşünmek, Kur’an’ı anlamamaktır. Bu, Peygambersiz bir din hayal etmek demek olur ki, o da muhaldir. Kur’an’da bizzat Hz. Peygamber’e uyulması istenmiş, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü tekrar tekrar vurgulanmıştır. Bu bütünlük, hadislerde şöyle anlatılmaktadır:
“Şunu katî olarak biliniz ki, bana Kur’an ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak: “Şu Kur’an’a sarılınız, onda helal olarak ne bulursanız onu helal kabul ediniz, neyi de haram bulursanız onu haram biliniz”, diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. Şüphesiz ki, Allah Rasûlü’nün haram ettiği şey, Allah’ın haram ettiği şey gibidir.”[26]
Hadiste geçen “onun bir misli” ifâdesinde anlatılan şeyin, Hz. Peygamber’in sünneti olduğu ve bunun da Kur’an’da “Hikmet” olarak anlatıldığı pek çok kaynakta ifâde edilmiştir.[27]
Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamber’e itaat edilmesini emretmesi[28] ve O’nda müminler için güzel bir örneğin olduğunu açıklaması,[29] Sünnet’in îtikâdî ve amelî boyutunu göstermektedir.
Sünnet, her ne kadar bilgi kaynağı olma açısından hiçbir zaman Kur’an’a denk değil ise de Kur’an’ı beyân etmesi,[30] onun Mutlak anlam ifâde eden âyetlerini takyid (sınırlaması),[31] umûmunu yani genel anlam ifâde eden âyetlerini tahsis etmesi,[32] Kur’an’da, hakkında hüküm bulunmayan konularda, Sünnet’in teşrî görevinde bulunması[33] gibi özellikleri îtibâriyle, İslâm’ın temel kaynakları arasında Kur’an’ın hemen yanıbaşındadır. Sünnet’in bu niteliği müslümanlar tarafından bilindiği için her zaman ona gereken önemi vermeye çalışmışlar, hayatlarının her noktasında Sünnet’in izlerini görmenin gayreti içinde olmuşlardır. Bundan dolayı bir müslüman için sünnet önemlidir.
Hz. Peygamber’in rahle-i tedrîsinde yetişen, vahyin nüzûlüne ve onun Hz. Peygamber’in şahsında yaşanan bir hayata dönüşmesine şâhit olan Sahâbe-i Kirâm, konunun önemini kavramışlar ve bu bilinçle Allah Rasûlü’nün hayatını, detay diyebileceğimiz inceliklere varıncaya kadar eksiksiz tesbit etmişler, sonraki nesillere Hadis/Sünnet olarak nakletmişlerdir. Tarihte Hz. Muhammed (s.a.v) kadar, mercek altına alınmış, orduya komuta edişinden, mesciddeki imâmetine; yiyip içmesinden, oturup kalmasına; gözünün renginden, sakalındaki ak tüylerin sayısına varıncaya kadar bütün incelikleri tesbit edilmiş ikinci bir insana rastlamak mümkün değildir. Zira O’na sahâbe olma şerefine ermiş bu insanlar (=sahâbe nesli), O’nun Allah’ın Rasûlü olduğunun farkındaydılar ve bu bilinçle, O’nun her davranışını büyük bir dikkatle izliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v)’ in vefatından sonra sahâbe ve tâbiin tarafından tarafında büyük bir titizlik içinde sonraki nesillere intikal etmiştir. Özellikle İsnad müessesesi ile zirve noktaya ulaşmıştır. Sünnet (Hadis/Sünnet) verilerinin Hz. Peygamber(s.a.v)’e âidiyyetini tespit konusunda gösterilen bu hassasiyet, Allah’ın İslâm ümmetine nasip ettiği bir ihsândır. İslâm ümmeti de bu ihsânın farkındadır. Çünkü Sünnet, bu ümmetin sahip olduğu “din” anlayışının üzerine bina edildiği bilgileri oluşturmaktadır. O “din” in yanlış bilgiler üzerine oturmaması gerekmektedir. Onun içindir ki, “İsnâd dindir” denilmiştir. İşte bu titizlikle tesbit edilen güzîde hayat, rivâyetler yoluyla sahih olanı sahih olmayanından ayırdedilerek sonraki nesillere intikal etmiştir. Bir bilginin Hz.Peygamber (s.a.v) tarafından îrâd buyurulduğu kesinlik kazanması, o bilgiye inanmayı da zarûrî kılmaktadır. Yapılan naklin (lafzî veya mânevî) “mütevâtir” olması, vereceği bilginin -hüküm açısından- kesinliği/bağlayıcılığı, aynı şekilde Kur’an’ın verdiği bilgi gibi kesin/bağlayıcı kabul edilir. Mütevâtir olmayıp “âhad” tarikle gelen hadis’e/sünnet’e dâir bilgiler, mütevâtir rivâyetler gibi aynı derecede kesinlik ifâde etmese de yapılan isnâd araştırmasının sonucuna göre amel edilip edilemeyeği durumu hadis otoritelerince tespit edilmiş, bu konuda gerek îtikâdî gerekse fıkhî mezhepler tarafından ortaya konulan görüşlerin temel referansını teşkil etmiştir. Ümmetin “din” olarak inanıp kabul ettiği anlayış, bu ana eksen üzerine oturmaktadır.
Burada Kelâm ilminin kendi içinde tartıştığı teknik detaylara girmek istemiyoruz. Ancak sünnetin/hadislerin îtikâdî konularda delil olma niteliğinden bahsederken anlaşılması gereken hususun, ifâde edildiği gibi, Peygamberlere iman etmenin İslâm inanç esaslarından birini teşkil ettiği, bunun gerek Kur’an âyetleriyle gerekse pek çok sahih hadisle ifâde edildiği, dolaysıyla sahih sünnet’in/hadisler’in de böyle bir Peygamberin açıklama ve beyânı olması nedeniyle îtikâdî konulardaki delil olma özelliğinin de bulunduğu çok net olarak anlaşılmaktadır. Yani burada kasdettiğimiz husus şudur: “Âhad hadislerin prensipte zan ifâde etmeleri sebebiyle îtikâdî konularda delil olamayacağı” görüşünün kelâm âlimleriyle hadis alimleri arasında tartışma konusu olduğu, bu tartışmanın da teorik planda olup pratik uygulamada pek çok îtikâdi konuda Âhad rivâyetlerin delil olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Ali Osman Koçkuzu’nun bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: “Sünnetin dinimizde kaynak oluşu meselesinde, onun, Kur’ân’dan sonra ikinci sırada mütâlaa edilmesi zannımızca ilim adamlarınca farklı değerlendirilmektedir. Burada, Kur’ân’a ve Allah’ın dindeki otoritesine ilk sırayı verme mecburiyeti ve terbiyesi önemli bir rol oynamaktadır. Allah, Kitab’ında kendisini andığı yerde, elçisini ikinci olarak anmaktadır. İlâhî sıralama, bilginler tarafından da uygun görülmüş ve peygamberimiz ile sözleri, ikinci derecede kaynak olarak tanınmıştır. Şunu itirâfa mecburuz: İnsanları Zât-ı Bâri ile tanıştıran ilk ve tek kaynak Muhammed aleyhisselâmdır. O’nun peygamberliği tasdik edildikten sonra, fertler ve ilim artık ona teslim olacaktır. Onun koyduğu hüküm, hükümdür. Haram kıldığı, haram, helal kıldığı ise helaldir.”[34]
“Hz. Peygamber’in sünnetinin dinde hüccet olduğunu gösteren delillerden birincisi, onun “ismeti”dir. O, ümmetin icmâı ile tebliği zedeleyecek şeyleri kasten yapmaktan mâsumdur ve yine sahih görüşe göre, bu konuda hatâ ve yanılmaya düşmekten korunmuştur.[35] Bu mevzuda zikredilebilecek ikinci delil ise; Hz. Peygamber zamanında Ashâb-ı Kirâm’ın sünnete sarılmasını, Allah’ın tasvip ve takdir etmesidir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber ümmetini, sünnetine sarılmaya teşvik ediyor ve ona muhâlefetten sakındırıyordu. Sahâbe-i Kirâm da O’nun bu konudaki emrine yapışıyor ve ona uyuyordu.”[36]
İslâm âlimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)’den sâdır olan her sahih söz ve davranışın (hadis/sünnet) bağlayıcı olup olmaması konusunda bazı sınıflandırmalarda bulunmuşlardır. “Tâbiûn neslinin fakihlerinden Mekhûl’ün (ö.112/730) yapmış olduğu sınıflandırma şöyledir: Sünnet iki kısma ayrılır:
a) Sünneti farîza: Bu kısma giren sünnetin mutlaka kabul edilmesi ve gereğinin yapılması gereklidir ve terk edilmesi inkârla eş değerdir.
b) Sünnet-i fazîle: Bu kısma giren sünnete göre davranmak bir fazilettir; terk edilmesi ise hoş değildir.”[37]
Hanefî fakihleri sünnet tasnifinde sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid tabirlerini kullanarak sünnete, mâhiyeti itibâriyle farklı bir bakış açısı getirmişlerdir. Buna göre:
a) Sünnet-i hüdâ: Yerine getirilmesi dinî bir emir ve gereklilik olan sünnetlerdir. Bunu terk eden kimse bir kerâhet veya kötülük (isâet) işlemiş olur. Namazı cemaatle kılmak, ezan ve kâmet gibi dinin şeâirinden olan hususlardaki sünnetler sünnet-i hüdâ kapsamındadır.
b) Sünnet-i zevâid: Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Allah katından bir tebliğ veya Allah’ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan olarak yaptığı davranışlara “zevâid sünnet” veya “âdet sünneti” denilir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in giyim kuşam ve yeme içme tarzı, kişisel zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması bu kapsama girer. Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir Müslüman, Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu tür davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap kazanır ve övgüye lâyık olur. Terk ederse kınanmaz ve kötülük (isâet) işlemiş olmaz.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in gösterdiği hassasiyet bakımından da ikiye ayrılmıştır:
a) Sünnet-i müekkede: Hz. Peygamber (s.a.v)’in devamlı yaptığı, bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için de nadiren terk ettiği fiillere “müekked sünnet” denilir.
b) Sünnet-i gayr-i müekkede: Hz. Peygamber (s.a.v)’in ibâdet türünden olup bazen yaptığı bazen da terk ettiği fiil ve davranışlara “gayr-i müekked sünnet” denilir. Nâfile ve müstehap hatta mendup tâbirleri de çoğu kez bu anlamda kullanılır.”[38]
“Hz. Peygamber (s.a.v)’in, gaybî meseleler, âlemin yaratılışı, geçmiş ümmet ve milletlerle ilgili hâdiseler, cennet ve cehennem ahvâli ile ilgili konulara dâir hadisler, ilmî açıdan bağlayıcı olan hadisler nevindendir.”[39]
Vellâhu a’lemü bi’s-sevâb
[2] Ali İmrân (3), 19
[3] Mâide (5), 3.
[4] Mâide (5), 67; Şûrâ (42, 48
[5] Nahl (16), 44
[6] En’am (6), 106; Yunus (10), 109
[7] Şuarâ (26), 214; Müddesir (74), 1-3
[8] Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an, 14; Dârimî, Fezâilu’l-Kur’an, I; Müsned, III, 14, 17, 26.
[9] Buhârî, Bed’ul-Halk, 8; Müslim, İman, 312; Cennet, 2-5
[10] Nur (24), 30-31; Nisâ (4), 23; Talak (65), 1-4; Bakara (2), 282
[11] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 265-266
[12] Kemâleddin İbn Ebû Şerîf, el-Müsâmere, Bulak 1317 → İstanbul 1400/1979,s.193-194den naklen Yavuz,Yunus Şevki., DİA, XXXIII, 279-285, “Nübüvvet” mad.
[13] Âl-i İmrân (3),31–32; Nisâ (4)13–14.
[14] Nahl (16),44
[15] Ali Toksarı, Delil Olma Yönünden Sünnet, Rey Yayıncılık, Kayseri 1994, s. 79.
[16] Fetih (48)13
[17] Müslim, Müsâfirîn, 139.
[18]Ahzâb (33),40
[19] Enbiya (21),107
[20] Nisa 4/166
[21] Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem (Trc. Bünyamin Erul), s.23.
[22] Kardavî, Yusuf, Keyfe Netâmelu Mea’s-Sünneti’n-Nebeviyye ? Meâlim ve Davâbıt, s.23 (Trc. Bünyamin Erul, Sünnet-i Anlamada Yöntem, Kayseri 1998, 3. Baskı, s.95)
[23] Ahzâb (33), 21; Nisâ (4), 80; Ali İmran (3), 31; Haşr (59), 7.
[24] Buhârî, Ezan, 18.
[25] Buhârî, İ’tisam, 1; Ahkâm, 1.
[26] İbn Mâce, Mukaddime, 2 (Ha. no: 12); Dârimî, Mukaddime, 49; Ebû Dâvud, Sünne, 6 (Ha. no: 4604); Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne, s.7-8.
[27] Şâfiî, er-Risâle, 91-93; Gazzalî, el-Mustasfâ, I, 83; Serahsî, Usûl, II, 90-96; İbn Hazm, el-İhkâm, I, 97-105.
[28] Arâf (7), 158.
[29] Ahzab (33), 21.
[30] Nahl (16), 43- 44, 64.
[31] Müzzemmil (73), 20 âyetini (Buhârî, Tevhid, 48; Müslim, Salat, 34) hadislerinin takyid etmesi.
[32] Mâide (5), 3 ayetini (Ebû Dâvûd, Tahâret, 41; Tirmizi, Taharet, 52) hadislerinin tahsis etmesi.
[33] Araf (7), 157; Tevbe (9), 29; Ebû Davud, Sünnet, 6; Tirmizi, İlim 10.
[34] Ali Osman Koçkuzu, Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vâhidlerin İtikad ve Teşrî Yönlerinden Değeri, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1988, s.107
[35] Abdülgani Abdülhâlık, Sünnetin Delil Oluşu, (çev. Dilaver Selvi), Şule Yayınları, (İkinci Baskı), İstanbul 2003, s. 62 vd;
[36] Abdülgani Abdülhâlık, a.g.e., s. 67 vd.; Sümeyra Talu., Hadislerin Akaiddeki Yeri (Ebu’l- Muîn En-Nesefî Ve İmâm Gazzâlî Örneği), T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Basılmamış Y.Lis. Tezi, 2006
[37] Dârimi, Sünen, (Mukaddime), 49
[38] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, I, 114-115; Hadislerle İslâm(Diyaynet yay.), I, 135
[39] Hüdaverdi Adam, Bazı Kelâm Problemleri, Sakarya 1998., s. 223.