"La ilahe illallah" da simge olan Tevhid'in hakikati, sadece siyasi ve sosyal boyutuyla ve sadece Allah'tan başka mutlak otoriteyi tanıma anlamına gelmemektedir.
Tevhid, sadece İlah, Rab, Melik kavramlarıyla sınırlı değildir. Bu sıfatların dışında daha geniş anlamlara sahip olmadığını düşünmek, Tevhidi parçalamak olur ki, bunun da müşriklerin Allah ile ilgili inançlarındaki yanlışlardan pek farklı olmayacağı açıktır.
İlah, Rab ve Melik esasları dışında Tevhidin diğer önemli yönünü yüce Allah'ın yaratmada ki tekliği, ortağının olmadığıdır. Bu inanç üzerinde bütün insanlık âlemi, ortak bir tavır sergilemişlerdir. Yüce Allah'ın mutlak anlamda yaratan olduğunu, kafirler ve müşrikler dahi bilmektedirler. Bu kısa açıklamadan anlaşılmaktadır ki, Tevhid'in hakikati yüce Allah'ın sıfatlarının bazılarını kabul edip, sadece bunlara inanmakla gerçekleşmez. Böyle bir Tevhid inancı Nebilere gelmemiştir.
"İnsanlarla 'La ilâhe illallah' deyinceye kadar savaşmakla emrolundum".1 ifadesinde anlam bulan Tevhid'de, Allah'ı sadece Halik, İlah, Rab ve Melik olarak tanımak değildir. Zira bunların hepsi Tevhid'in büyük bölümünü ifâde eder. Ancak tamamı değildir. Parçacı düşüncelerin hiç biri de Rasullerin tebliğlerinin esası değildir.
"La ilâhe illallah'in" sadece benimsenen bir söz olarak ifade edilmesinin ise Tevhid'le hiç bir ilgisi yoktur. Elbette ki "La ilâhe illallah" sözlerin başı ve en güzelidir. Elhamdülillah. Rasulullah (s.a.s) insanların bu sözü söylemelerinin cennete vesile olacağını açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz olarak da söylerseniz olur anlamına gelmemiştir. Eğer böyle olsaydı Mekke müşrikleri onu hiç tereddüt etmeden söyleyeceklerdi. Bu olumsuz yönüyle anlamına dikkat etmeden, bir defa değil on defa söyleseler dahi, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini, Rasulullah (s.a.s.)'in de bir söz söylemekle, sadece söylemeyi kastetmediğini biliyorlardı.
Tevhid gerçeğinin insan hayatında ki hâkimiyeti, evvela doğru bir Allah inancıyla başlar. Doğru bir Allah inancı ise, aklın, mantığın, sezgi ve hayal ürünlerinin, düşünce ve zanların değil, sadece vahyin bilgisinin kaynağı olan Kur 'an ile olur. Onu da biz insan kullarına aktaran elbetteki Rasulullah (s.a.s)'dir.
Yüce Kitabımız Kur’an’ı kerimin yüce Allah tarafından göklerin elçisi olan melek Cebrail (a.s.) eliyle Rasulullah (s.a.s.)'ın kalbine inzal buyrularak İslâmi bir nizamın (sistemin) ve buna bağlı olarak da cemaatlerin yani insan toplumlarının meydana gelmesini murad etmiş bulunmaktadır.
Vicdanları, ahlakları ve akılları terbiye ederek, böylece yaşamlarını sürdürebilmelerini, aralarında ki İslâmi bağın kuvvetli bir zapt-u raptla birbirlerine bağlanması, dağılımların bu sayede birleştirilmesi, bütün insanlığın tek bir kaynağa, tek bir sultana ve tek bir hedefe yönelmesini sağlamak ve yüce yaratanımıza tanıyabilmek, Ona kulluğu gereği gibi yerine getirmek ve daha sayılamayacak kadar dünya ve ahiret nimetlerinden, tanıyıp ve tanımadıklarımızla yaşamak maksadıyla, biz insan kullarına Kuran-ı Kerim'ini inzal buyurmuştur. Yüce Allah kitab-ı kerimin de şöyle buyurmaktadır:
“Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Hâlbuki bütün yer, kıyamet günü O’nun avucundadır. Göklerde kudretiyle durulmuştur. O, onların koştukları ortaklardan münezzeh ve yücedir.” (Zümer, 39/67)
Bu ayet-i kerimenin anlamına tefsirlerden bakıldığında, ben müslümanım diyen bu insanların yaşamları ile bu ayetin anlamı arasında ki fark, tam ters bir orantıdaki açının vahametini, maalesef vicdanlarımız sızlayarak görmüş olacağız.
O mutlu Asr-ı Saadet devri tertemiz inancımıza ve İslâm’mın anlaşılmasında yegâne örnekliği daima muhafaza etmiştir. Yüce Allah'ın muradı, Kitab-ı kerimi ile birlikte Rasulullah (s.a.s.)’i gönderdi ki, bataklıkta boğulan bu insanlık alemini, esas hedef olan İslâmi bir yapıya ulaşılsın, dünyal ve ahirette mutluluk için de yaşamlarını devam etsinler diye.
İşte bu Nübüvvet süresi onüç sene Mekke hayatı, on sene Medine hayatı ve Nübüvvet'ten sonra da takriben otuz yıl Hulefa-yı Raşidin devri geçti ki toplam bir elli veya elli beş sene Nübüvvet ve raşid halife döneminden sonra bozulmalar başladı ki maalesef günümüze kadar Kitap ve Sünnet ile her asırda mesafe açılmış ve Tevhid'in anlamı yavaş yavaş ilhad olmuş, (içi boşalmış) küfür ve şirk, zulüm ve bid'at bir girift halinde birbirine girmiş, İslâm sahih anlayışı önünde engeller oluşmaya başlamış.
Mevcut toplumların durumu böyle iken, Tevhid'in esası olan ve yüce Allah'ın uluhiyetin de hiç bir ortağı olmayan, doğmayan ve doğurmayan, yegâne İlah'ımız Allah'ın (c.c.) yaratmasında da hiç bir ortağı ve yardımcısı olmayan, Allah'ın mülkünde ve yarattığı insan kulları üzerinde, O’ndan başka Sultan ve Hakim bulunmayan Allah'tan başka ilah yoktur. Elbette esas olan kaide: "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek" O'nun ulûhiyetini ikrar etmektir. Bu ulûhiyeti ve Onun vasıflarını Ondan başka hiç kimseye tanımamaktır. İşte lügat mana da "İslâm" budur. Yüce Allah'a teslim olmak, her türlü ulûhiyet iddiasından beri olmak, masivadan uzak olup, Yüce Allah'a muteveccihen, O'na gereği gibi boyun eğip ve itaat etmektir.
Ulûhiyetin en mühim hususiyeti olan Yüce Allah'ın hâkimiyetine itaat ederek, beşerin yani (insanların) sultalığını reddetmektir. Ulûhiyet, Yüce Allah'a öyle tahsis edilmelidir ki, Kur'an ve Sünnete dayalı her türlü hâkimiyet karşısında tecerrüt etmeli ve boyun eğmelidir. Zira Yüce Allah'ın her hükmü mütekâmildir. Bu hükümler ister düşünce ve itikat olsun, ister alâmet ve ibadetlere ait olsun, ister helâl ve haramlara veyahutta ictimai ve devletlerarasında ki tanzimatla alakalı hükümler olsun, bütün bunlar "Din'dir."
Yüce Allah, ayet-i kerime de "Dinini" kemale erdirdiğini buyurmaktadır. İşte o bizim için çok büyük bir nimettir. Yüce Allah'ın hitabı, biz insan kullarınadır. Üzerimizde ki nimetin tamamlandığını şöyle haber vermektedir: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizde ki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i beğendim..." (Maide, 5/3)
Bu ilâhi dinde, düşünce ve itikata ait olan hususlarla, alâmet ve ibadetlere ait olan meseleler arasında, helâl ve haramla alakalı hükümlerle, ictimai ve devletlerarası tanzimatla alakalı hükümler arasında hiçbir fark yoktur. Bunların hepsi ilahi nizamı meydana getirir.
Yüce Allah, iman edenler için seçip beğendiği Rabbani bir nizamı, hiçbir noksanı olmadan vücuda getirmiştir. Bu nizamın herhangi bir parçasını, yahutta bir noktasını kabul etmemek, onun tamamını kabul etmemek mesabesinde olup Yüce Allah'a baş kaldırı sayılmaktadır. Elbette bu da dinden ayrılmaktır.
1 Buhari, K. Zekat, 689; Müslüm, K. İmam. 32/38; İbn Mace, K. Fiten, H. 3927; Nesai, K. İman, H. 4970; Tirmizi, 2733.