
Erken çocukluk dönemi olarak isimlendirilen 0-6 yaş dönemi, insanın tüm hayatına etki edebilecek duygusal gelişimin oluşum sürecidir. Bu dönemde çocuğun zihni oldukça taze, eğitime açık ve biraz daha uygun metodlarla, şekillendirmeye müsaid bir dönemdir.
Bu “Erken Çocukluk Dönemi” olarak isimlendirilen dönemde, en çok tartışılan konulardan birisi de genelde eğitim, özelde ise din eğitimidir. Bu dönemde eğitim süreci nasıl olmalıdır ya da bu dönemde eğitim olmalı mıdır? Yoksa süreç içerisinde çocuk zaten alması gerekeni kendi halinde alabilecek midir? Özgür çocuklar yetiştirmeyi amaçlayan bir düşünce yapısı göz önünde bulundurularak, sınırlar çizdiğimiz ve eğitmeye çalıştığımız çocuklarımızın özgürlüğünü mü kısıtlamaktayız?
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, eğitim anne karnında başlayan ve doğumla devam edip ölene dek süren bir serüvendir. Çocukları özgür yetiştirmek(!) suretiyle kendi hâline bırakmakla, sağlam bir psikolojiye sahip bir birey yetiştirebilme düşüncesi bir hülyadan ibarettir. Ve bir çocuğa yapılabilecek en büyük zulümlerden biridir. Çocuğa karşı ilgiyi alakayı kesmeyi de beraberinde getirir ki bu da, çocukta sevgisizlik ve değersizlik hissinin oluşumuna yol açar. Çocukta eğitim denilince akla gelenler bâzen çok farklı şekillenebilmektedir. Hattâ konu din eğitimi olunca, İslâmî câmiâda dâhi tepkiler söz konusu olabilmektedir. Modernlik adı altında Müslümanlara dahi kabul ettirilen, “Çocuklukta din eğitimi olmaz”, “sıkmayın soğumasın çocuk”, “aman ne olacak, hele bir büyüsün azıcık” gibi söylemler, anne-babayı çocuğu Kur’ân ezberine yöneltmekten alıkoyan pek kıymetli Müslüman aileler, çocuklarının sözlerini eksiksiz ezberleyebildiği şarkı sözleriyle gururlanabilmektedirler. Yavrularımızın duâ ve sûre ezberlerini artırması hususunda çabalamak zor ve zahmetli gelebiliyor. Ancak ne hikmet ise aynı yavrularımızı, evin dışında oyalanması ve bir miktar anne babaya rahat bırakması için ücreti mukabilinde paketleyip göndermek, aynı zorluk ve zahmeti hissettirmeyebiliyor.
Eğitimsiz bir toplum düşünülemeyeceği gibi, dinsiz de bir eğitim düşünülemez. Din eğitimi, çocuğa kısıtlayıcı bir unsur değil, bilakis ona hayatının ilk yıllarında ihtiyacı olan psikolojik kuvvetliliği kazanmasında önemli bir rol oynamaktadır. Geçmişten gelen bazı hatalı eğitim modelleri sebebiyle insanlar, çocukta din eğitimi hassasiyetine dil uzatmaya kalksa da bilmemiz gereken şudur ki, din eğitiminde doğru metodlarla çocuklar üzerinde hızlıca çok güzel sonuçlar görülebilmektedir. Nasıl ki, namaz kılması henüz farz olmamış bir çocuğu, cehennem ile korkutarak Rabbinden soğutabilmiş yetişkinler söz konusu olabildiyse, günümüzde bunu değiştirmek ve din eğitiminin olgunluk ve erdemlilik kazandırmasını sağlamak da biz günümüz gençlerinin bir vazifesidir. Bu vazife, bir öğretmen ya da anneyle sınırlı olmayıp aksine tüm dâvâ insanlarının vazifesidir.
Esasında çocukta din eğitimi denildiğinde, çocuğa onda hiç olmayan bir şey yükleniyor demek değildir. Her çocuk, zaten İslâm fıtratı üzere doğar ve doğanı İslâm’sız bırakmak, onun fıtratına yapılan bir saldırıdır.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudî veya Mecusî yapar.”[1]
Bir inanca veya dine bağlı bir çevrede doğan ve büyüyen bir çocuğun, nasıl ki o çevrenin duygu ve düşünce yapısından, yaşam biçiminden etkilenmemesi mümkün değilse, aynı şekilde dinî duygu ve düşüncelere de uzak kalması mümkün değildir. Hattâ çocuklar, dinî ortamlardan ve atmosferlerden mahrum bile olsalar, kendi iç dünyalarında bir din duygusu oluşturabilmekte ve bunu geliştirebilmek için sorularıyla çaba gösterebilmektedirler. Bu onların yaratılışlarında ve fıtratlarında potansiyel olarak bulunan güçtür. Zamanla bu güç elverişli ortamlarda kendini gösterebilmektedir.[2]
Rabbimiz Rum Sûresi 30. ayette şöyle buyurmuştur:
“O hâde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et...”[3]
Din eğitimine ayet ve hadisler ışığında baktığımızda, asıl fıtrata uygun olanın din, fıtratı bozanın da dinsizlik üzerine olduğunu çok net görebilmekteyiz. Nasıl ki doğumunun ilk 6 ayında kıymetli yavrularımızın midesine girene dikkat ediyoruz, onları hemen katı yiyeceklerle ya da zamanın çok cilveli ancak bir o kadar tehlikeli çikolatasıyla beslemiyorsak, onlara zarar vermemek adına fıtratlarına uygun bir şekilde anne sütüyle beslemeye çalışıyorsak, işte aynı şekilde çocuklarımızın ruhunu da fıtratına en uygun olan İslâm ile beslemeliyiz.
Çocuk doğumuyla beraber, insanî hayatla ilgili ihtiyaç ve isteklerini tatmin etmek ister. Bu ihtiyaç ve isteklerden olan sevgi, güven ve bağlanma duygularını en mükemmel şekilde karşılayan dindir. Anne babalar çocuklarını dinî eğitimden uzak tuttukça çocuklar, davranışlarını kontrol edememekte, aşırılıklara, çılgınlıklara ve anti sosyal davranışlara yönelmektedirler. Bu durum, aileyi olduğu gibi, toplumu da olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuz durumların önlenmesi de din eğitimini gerekli kılan sebepler arasındadır.[4]
Din eğitimi, çocukların gelişiminde eğitim müfredatına birçok yönde katkıda bulunur. Bunlar özgüven, özsaygı, mizaç ve tutumlar, ilişkiler, davranış, öz kontrol ve topluluk duygusu olarak sıralanabilir. Din eğitimiyle çocuklar kendi yaşamlarını, duygularını, inançlarını, dinî ve kültürel değerlerini yansıtırlar. Bunun yanında alınan bu eğitimle, başkalarının bakış açısının da farkına varırlar.[5]
Özellikle ilk çocukluk döneminde, din eğitiminden uzak bir anlayış ile yetiştirilen çocuklarda, yetişkinlik evresi büyük ölçüde etkilenebilir ve kendini dine yöneltmekte daha fazla zorluk çekebilir.
Din eğitiminin ilk evresi sevgidir. Sevgi ile başlamayan din eğitimi asla bir eğitim değildir. Sevgiye aşamalı bir anlam yükleyen ve her bir aşamanın diğerlerini tamamladığını savunan Gazalî ise, sevginin insan, madde, maneviyat ve Allah’la doğrudan bir ilişkisi olduğunu ifade eder.[6] Gazalî’ye göre, bu süreçleri sağlıklı bir şekilde geçirmekle kişilik gelişimi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Fromm bunu, ‘Sevmek, olgun ve üretken[7] bir kişiliği gerektirir.’ şeklinde formüle eder ve sevgi olmadan insanlığın bir gün bile yaşayamayacağını belirtir.[8]- [9]
Dine olan sevgi çocukta aşamalı bir şekilde ilerlemektedir. Çocuk evvela anne-babasının dine bağlılığını, Rabbi ile olan muhabbetini gözlemler ve taklid etmeye başlar. Bu taklid, zamanla tahkik boyutuna ulaşır. Ancak ilk çocukluk evresi dediğimiz dönemde çocukların çok iyi birer gözlemci olduğu unutulmamalıdır. İşte “Din Eğitimi” dediğimiz eğitim modeli aslında, örnek olunan yaşam biçiminin kendisidir. Bu noktada biraz da duyguları sesli dile getirerek dikkatleri üzerimize çekmeye çalışmamız elzemdir. Çocuk, sesi bir miktar yüksekçe çıkıyor olduğu halde oyun oynarken, ezan okunmaya başladığında çocuğu susturmak ile çocuğa sus demeden gözleri parlayan ve ezana dikkat kesilen ve içinin nasıl da huzur dolduğunu tatlı tatlı ifade eden ebeveyn tutumları arasında oldukça büyük fark vardır. Çocukluk evresi eğitimdeki kullanılacak model ikincisidir. Çocuk yaş aldıkça, zihnen olgunlaştıkça, ezan okunurken ezanı içten içe tekrar etmenin “Sünnet” olduğu dolayısıyla bir ibadet olduğunu zaten görerek öğrenmiş olacak ve dayatma olmaksızın bu ibadetten keyif alarak yerine getirecektir.
Bu basit bir örnektir, ancak çocuğun yaşından ziyade kavrayışına, muhakeme yeteneğine uygun yaklaşım asıl olandır. Ninelerimizin zamanında maalesef, çocuklara bir şeyleri korkutmak yoluyla öğretilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu, Rasulullah (s.a.s.)’in metodlarına aykırı bir hâldir. Korkutmak suretiyle kafası karıştırılmış bir çocuğun vebali de çok büyük olacaktır muhakkak.
Bir babadan nakledilen şu örneğe bakalım[10]:
Her akşam dört yaşındaki oğlumu dizlerime oturtuyor, onunla sohbet ediyordum. Ona soruyordum:
“En çok kimi seversin?”
O, önceden kendine öğretmiş olduğum üzere:
“Allah’ı severim” derdi.
“Sonra: Kimi seversin?” diye sorardım,
“Peygamberimizi” derdi.
Daha sonra:
“Annemi, babamı” diye söylerdi.
Geçenlerde aynı sohbeti tekrarlarken oğlum itiraz etti:
‘Ben en çok Allah’ı sevmiyorum’ dedi.
Şaşırdım kaldım ve sebebini sordum.
“Ninem bugün bana şöyle anlattı: ‘Allah’ın cehennemi var seni yakacak’ dedi.”[11]
Daha mükellef olmayan bir çocuk, neden cehennemde yanmak ile korkutulur? Buradan çocuğun kendisine fayda sağlayacak bir çıkarım yapması nasıl beklenir? Erken Çocukluk Dönemi, zaten çocuğun soyut olanı, somut olan ile kıyas etmesidir. Ve ona göre zihninde kendince yaptığı çıkarımlar sayesinde, kendi anlayacağı türden kafasında bir şeyleri netleştirmektedir. Çocukların soyut olanı anlaması, biraz daha Erken Çocukluk Dönemi sonrasına denk gelir. Çocuk, Rabbini sevmek için önce anne-babasını sevmeye ihtiyaç hisseder. Rabbini sevmesi gerektiği fark ettirilen çocuk bu sevgiyi, zihninde rahatça konumlandıramayabilir. Bu yaş grubu için böyle durumlarda zorlama yerine heveslendirme yoluyla gidilmelidir. Bu Erken Çocukluk Dönemi olarak isimlendirilen dönemin özellikle ikinci yarısında, anne ve babayı en çok zorda bırakan durum bu küçük yavruların sorduğu sorulardır.
İnsandaki tüm davranışlar, duygulardan kaynaklandığı gibi, din de duygulardan kaynaklanmaktadır. Yani din ile ilgilenmek, insan için bir gelişme basamağıdır ve kendiliğindendir. Adâlet, ümit, acıma, utanma, horlanma, saygı, güven, sevinç, üzüntü, korku gibi, bağlanma ve ait olma da bir duygudur. İnsan, bir çocuk olarak da olsa, nereden geldiğini, kime ait olduğunu düşünmekte ve sorular üretebilmektedir. Bunu öğrenmek ve bilmek, çocuk için vazgeçilmez bir duygudur. Bazı iyi gelişmiş çocuklar, bu duygu basamağına geldiklerini sordukları sorularla göstermektedirler. Çocukların çoğunluğu ise, öğrendikleri kelimeleri ve ifadeleri anlamaya çalışırken bu duygulara ulaşabilmektedirler.[12]
Çocuklarda doğuştan gelen duyguların gelişmeleri ve beslenmeleri dışarıdandır, bu gelişme ve beslenmelerin filizlendiği ilk ortam da ailedir. Bu bakımdan okul öncesi dönemde, çocukların sorularını cevaplandırmada anne-babanın önemi büyüktür ve aile büyüklerinin dikkat etmesi gereken noktalar vardır. Anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken onlar için en iyi olanı yapmak ister. Bunu yaparken, kendisini çok ilgisiz hissettiği, kuşkuya düştüğü, zaman zaman hatâ yaptığı anlar ve böyle günler de olacaktır. Bu zor anları anlayabilmek ve onların üstesinden gelebilmek için en etkili yollardan biri, çocukları ve sorunlarını anlamak, onları tanımaya çalışmaktır. Çocuk büyüdükçe öğrenme merakı da artmaktadır. O, çevresini keşfetmeye, tanımaya çalışır, son derece meraklıdır. Bu öğrenme merakı sürekli sorular sormasına yol açar. Her uygun cevap, yeni arzular ve sorular, yeni meraklar uyandırır, aksi ise bu duyguyu köreltir. Daima merak etme ve zincirleme sorular düzenleme bu çağ çocuğunun belirgin özelliklerindendir.[13]
Çocukların masum bir şekilde sorduğu sorular, vereceği cevabı bulmakta zorlanan anne ve babaları oldukça strese sokabilmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, yetişkin eğitim süreci göz önünde bulundurulduğunda bile eğitimciye yöneltilen kaliteli sorular, öğrenici konumundaki kişiyi bir adım öne çıkarmaktadır. Sorunun kalitesi, kıvrak zekâ sembolü kabul edilir. Bu durum, gelişmekte olan çocuklarda da böyledir. Çocukların soru sormasının önüne asla geçilmemeli ve kavrayabilme yeterliliğine göre uygun cevaplar verilmelidir. Burada, anne ve babaya düşen, çocuğunu iyi anlamaktır. Bir öğretmen[14], yine aynı şekilde öğrencilerinin her birini iyi tanımalı ve sorulan sorular karşısında orta yolu bulmalıdır. Bâzen aynı ortamda sınıfın bütününe nazaran daha hassas bir çocuk bulunabilir ya da sınıfının ortalama idrak kapasitesinin üzerinde bir çocuk da bulunabilir. Bu özel öğrenciler, topluluğun bir parçası olarak ortak bir bilgi alış verişine tâbi tutulur, ancak öğretmenin bu durumlar ile özelde öğrenciyle ilgilenebilmesi, daha fazlasına ihtiyacı varsa karşılayabilmesi ya da verilen bilgi kendisine ağır geldiyse, onun idraki doğrultusunda ders dışında bu durum bire bir tekrar ele alınabilmelidir. Burada en büyük gayenin, çocukların kalbine iman tohumu ekmek ve dinî bir muhabbet yüklemek olduğu unutulmamalıdır. 0-6 yaş grubunun okulöncesi eğitimde edindiği her şey çok uzun bir süre hayatına yön veren bir noktada olacaktır. Çocuklarımızın eğitim alanında her zaman muvahhid mü’minler ile birlikte yol alması elzemdir. Ancak en kritik dönemin okulöncesi ve ilkokul dönemi olduğu unutulmamalıdır. Özellikle bu dönemde, kuzuları kurda teslim etmemek, çocukların ebeveynleri üzerindeki haklarındandır.
Din eğitimi, din hakkında bilgilendirmeden ziyade, çocuğun kişilik ve kimlik düzeyinde bir dindarlık gelişimini hedef almalıdır. Dinin hedeflediği 'olgun insan', 'erdemli kişilik', ancak çocuğun doğumu ile birlikte bilgi, değer ve tecrübe bütünlüğü içerisinde tasarlanıp uygulamaya konulmuş bir din eğitimi programının yardımı ile ulaşılabilir.[15]
Her insanda, Allah'ı talep eden manevî bir boşluk vardır. Bireyin iç dünyasındaki bu manevî boşluk, bir açlık oluşturur. Birey bu açlığı hissettiği için onu doyurmanın yollarını arar. Ne yazık ki onu sıklıkla iş, para ve güç ile doldurmaya çalışır. Bunlardan hiç birisi, onu tam anlamıyla tatmin etmez. Çünkü insanın manevî dünyasında gerçek bir ihtiyaç olarak bulunması gereken Allah, eksik bırakıldığında, bazı problemleri de beraberinde getirir. İnsanda bulunan bu manevî boşluğun temellerinin ilk çocukluk yıllarından itibaren doldurulmasının gerekliliği, bunun nasıl olması gerektiğini de düşünmemizi gerektirmektedir. Okul öncesi dönemde, bu küçücük çocuklara niçin din eğitimi verilmesi gerektiği sorusuna en güzel cevaplardan birisini, insanın bir ömür boyu "duyulmayan bir anlam arayışı’nın içerisinde bulunduğunu belirterek veren Frankl, aslında bu anlam arayışının karşılığının küçüklükten itibaren çocuklara eğitimsel olarak aktarılmasının gerekliliğini anlatmakta ve bunu, yapılan şu araştırma sonuçları ile desteklemektedir:
"Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 öğrenci üzerinde anket yapılmış ve bu öğrencilerin yüzde 85'i, intihar girişimlerine gerekçe olarak, "yaşamın anlamsız gözükmesini" göstermiştir. Ama daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu öğrencilerin yüzde 93ünün "aktif bir sosyal yaşamları vardır. Akademik performansları yüksektir ve aileleriyle ilişkileri iyidir". Burada söz konusu olan şeyin, duyulmayan bir anlam çığlığı olduğunu belirtmek gerekir. Bu, bolluk içinde yüzen toplumlarda ve zengin eyaletlerde olan bir şeydir. İnsanların sosyoekonomik durumunu iyileştirmemiz hâlinde her şeyin yoluna gireceği, insanların mutlu olacağı bir rüyaydı. Anlam olmadan, mutlu yaşamanın imkânı yok gibi görünüyor."[16]
Anlam arayışı ile kastedilen, anlaşıldığı üzere bir yaratıcının varlığına inanma ve maneviyata yönelme arzusudur. Bu arzuların 0-6 yaş grubunda ortaya çıkıyor olması ve 0-6 yaş grubundaki bir çocuk dahi, kalben ve zihnen tatmin olmak için yaşına uygun meraklar edinip sorular yöneltiyor olması, ‘Din Eğitimi’nin daha bebeklikte başlayacağının hatta başlanması gerektiğinin en büyük ispatıdır. Çocuklarımızdaki bu duyguyu köreltmek görüldüğü üzere gençlik evresinde hatalı sapmalara sebep olabilmektedir. Her ne olursa olsun, iyi ya da kötü, İslâmî bir ailede yetişmiş ama çocukluk çağında gerekli ihtiyaçları yeteri kadar karşılanmamış bir gencin, belki anlam arayışı noktasında noksan bırakılmış olması, çoğunlukla intihar ile sonuçlanmasa bile, bizler biliyoruz ki bu gençler, anlam arayışını geçiştirmesinde kendisine yardımcı olabileceğine inandığı ve kendince içindeki ıstırabı bir nebze olsun öteleyebildiği bağımlılıkların batağına düşebilmektedir.
Şimdi ise anne ve baba sorumluluğunu almış, kendisini eğitimci olarak nitelendirmiş kim varsa ilmine ilim katmalı, yetiştirmeyi hedeflediği İslâmî kimlik için üzerindeki ataleti atıp derhal yola çıkmalıdır. Bizler, önderimiz Rasulullah Muhammed (s.a.s.) ve örneğimiz olan ashabının izinden gitmeli, çok küçük yaşlarda dahi olsalar evlatlarımızın dillerine ayet ve hadisler yer etsin diye büyük gayret göstermemiz gerekmektedir. Bunun için, evvela en güzel şekilde örnekler olmamız öncelikli görevimizdir.
Rasulullah (s.a.s.), ashabı için şöyle buyurmuştur:
“Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.”[17]
Evlatlarımızı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ve O’nun ashabının yolundan gitmeye çalışan insanlarla bir arada bulunmasını sağlamak ebeveynler olarak üzerimize bir vazifedir. İnsan, er ya da geç etrafındakilere benzemekte, İslâmî camiâdan uzaklaştıkça tavizler verebilmektedir. Bu tavizler zaman zaman minik parçalar gibi görünse de hiç beklenmedik bir ânda gözle görülür değişimler maalesef olabilmektedir.
Mezhep imamlarımızın hayatını incelediğimizde ise, İslâmî eğitimlerinin çoğunlukla ailede başladığını görmek mümkündür. Bununla birlikte ilerleme kaydetmenin büyük safhası içinde bulunduğu toplumun yapısıdır. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rh.a)’ın şu sözü, durumu çok güzel şekilde özetlemektedir:
“Ben, ilim ve fıkhın merkezinde idim.[18] İlim ve fıkıh merkezindeki fakihlerden birinin yanından hiç ayrılmadım.”[19]
Evlatlarımızı, Rabbimiz Allah’ı çokça zikreden, dinini en güzel şekilde yaşamaya çalışan ve evlerini ilim meclisi hâline getiren insanlarla bir arada bulundurmalı, oturup kalktıkça ilim üzerine sohbetlerin gerçekeştirildiği çevreler edinmeliyiz ki evlatlarımız bu hâlden feyz alabilsinler.
Yine aynı şekilde İmam Mâlik (rh.a.)’in hayatını okuduğumuzda görüyoruz ki yaşam alanını değiştirmeleri, ailecek ilim hususunda daha büyük adımlar atabilmelerine sebep olmuştur. İmam Mâlik’in dedesi Mâlik, Yemen’in bir valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine’ye gelip yerleşmiş. Mâlik ailesi, Medine’ye yerleştikten sonra bu aileye mensup olanların çoğu kendisini ilim, hadis, sahâbilerin haber ve fetvalarını rivayete vermiştir. İmam Mâlik’in dedesi büyük tâbiîlerdendi.[20] İmam Mâlik’in dedesinin tâbiilerden oluşu sizleri yanıltmasın. Neticede ne iman, ne ihlâs, ne de ilim sahibi olmak doğrudan Peygamberimizle (s.a.s.) akraba olmakla dahi ilişkilendirilemeyecek şeylerdir. Netice de Ebu Leheb de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile doğrudan ilişki içerisinde olup amcası idi. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, İmam Mâlik’in, ilim ve hadis rivayetiyle meşgul olan bir ailede doğup büyümesidir.[21]
Günümüzün en büyük problemlerinden biri de geçim kaynağı sebebiyle çocuklarımızı ilim meclislerinden alıkoyabilmemizdir. İmam Mâlik ve İmam-ı Azam Ebu Hanîfe, bu hususta biraz daha aileden destek alabilmiş ve bu konuda pek sıkıntı çektikleri görülmemiştir. Ancak İmam Şâfiî için aynı şeyi söyleyemeyiz. İmam Şâfiî, hem fakir hem de yetim olarak büyümüş ve yine de o güzel annesi onu, nesebini unutmaması ve ilim alması yolunda teşvik etmiştir. Hatîb Bağdadî, “Tarîhu Bağdad” adlı eserinde Şafiî’ye dayanan bir senedle şöyle rivayet etmiştir:
“Ben Yemen’de doğdum.[22] Anam hukukumun zayi olmasından korktu ve bana: ‘Ailenin yanına gidip onlar gibi olman daha iyidir. Çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum’ dedi ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke’ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on yaşımda idim. Bir akrabamın yanında idim ve ilim tahsiline başladım.”[23]
Rivayetlerde, İmam Şafiî’nin henüz Mekke’ye gelmeden Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettiği söylenir. Mekke’ye gelince de kendisini hadis tahsiline vermiş ve Arapça’da derinleşmek cihetine gitmiştir.
Ahmed bin Hanbel de yine ailesinin teşvikiyle ilim tahsiline yönelmiştir. Ahmed bin Hanbel, takvalı bir genç olarak temas ettiği âlimlerin de dikkatini çekmiş, hattâ el-Haysem bin Cemil, onun hakkında şöyle söylemiştir:
“Bu çocuk yaşarsa, zamanındakilerin hücceti olacaktır.”
Ahmed bin Hanbel’in 15 yaşında iken hadis tahsiline başladığı rivayet edilmektedir.[24]
Dört büyük mezhep imamımız ve daha nice değerli âlimlerin hayatlarını okuyup incelediğimizde görüyoruz ki aileleri, onların ilim tahsili için fedakârlıklar göstermiş ve evlatlarını bu konuda ciddi anlamda teşvik etmiştir. İlim yolunda büyük adımlar atılması, gerçek bir dâvâ insanı yetiştirmek oldukça zor ve zahmetli bir iştir, adanmışlık gerektirir.
Zamanımızın en kötü hasletlerinden birisi, çocuklarımızın eğitimi için elimizi taşın altına koymayıp, üstüne çocuğu ilim almayı sevmediği için suçlamaktır. Peki sevdirmek için ne yaptık? Evlatlarımız bu yolda yürüsün diye nasıl bir adım attık? Eğer çocuklarınızı, çizgi-film başına oturtup ev işlerine ve dünyalık meşgalelere yöneliyorsak, hayal de kurmamalıyız. Zira bizler, henüz dâvâ insanı yetiştirme adanmışlığını üzerinize alamamışız demektir. Bu yolda elbette ki hatâlarımız ve yanlışlarımız çokça olacaktır. Ancak hâlâ yeni bir sabaha uyanıyorsak, Rabbimiz bize yine fırsatlar veriyor demektir.
[1] Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5.
[2] Mustafa Tavukçuoğlu, Okul Öncesi Çocuğunun Eğitiminde Din Duygusu ve Din Eğitimi, İlahiyat Dergisi 2002, s. 57 (51-63).
[3] Rum, 30/30.
[4] Ali Baz Bilici, 0-6 Yaş Grubu Çocuklarda Dini Gelişim Süreci Ve Din Eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir-2014.
[5] A.g.e.
[6] Ebu Hamid Gazali, İhya-u Ulumi’d-Din, Darussadr, Beyrut 2004, V, s.5-7.
[7] Orijinal metinde “yaratıcı” şeklinde ifade edilmiş olup biz “üretken” olarak kullanmayı doğru bulduk.
[8] Fromm, The Art Of Loving, p.31, 112; Geniş bilgi için bkz., Jose Ortega Y. Gasset, Sevgi Üstüne (çev. Yurdanur Salman), Yapı-Kredi Yay., İstanbul 2001, s.8; A. S. Neill, Özgürlük Okulu (çev. Nilgün Şarman), Payel Yay. İstanbul 2000, s.14.
[9] Cemil Oruç, Okul Öncesi Dönemde Dini Duygunun Kökenleri ve Gelişimi, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi Cilt 10, Sayı 3 (2010), ss. 75 ‐96.
[10] Beyza Bilgin-Mualla Selçuk, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Ankara 1991, s.42.
[11] Mustafa Tavukçuoğlu, Okul Öncesi Çocuğunun Eğitiminde Din Duygusu ve Din Eğitimi, İlahiyat Dergisi 2002, s. 60 (51-63).
[12] Beyza Bilgin, “Okul Öncesi Çağı Çocuğunda Din Duygusu”, Okul Öncesi Eğitimi Dergisi, Ekim 1985, sayı 30, Ankara 1985, ss.5-6.
[13] Mustafa Tavukçuoğlu, Okul Öncesi Çocuğunun Eğitiminde Din Duygusu ve Din Eğitimi, İlahiyat Dergisi 2002, s. 54 (51-63).
[14] 0-6 yaş grubuna dair öğretmene verilen mesajlar, her öğretmenin ilgisine sunulacağı gibi, özellikle okul öncesi öğretmenlerini muhattap kabul etmektedir.
[15] Ali Baz Bilici, 0-6 Yaş Grubu Çocuklarda Dini Gelişim Süreci Ve Din Eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir-2014.
[16] Ali Baz Bilici, 0-6 Yaş Grubu Çocuklarda Dini Gelişim Süreci Ve Din Eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir-2014.
[17] Beyhakî, el-Medhal, s.164, Kenzu’l-ummal, H. no: 1002.
[18] Bahsedilen ilim merkezi Kûfe şehridir.
[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyâsî, İtikâdî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, Çev. Prof. Dr. Abdulkadir Şener, Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul 2014.
[20] A.g.e.
[21] A.g.e.
[22] Ekseri tarihçiler Gazze’de doğduğunu kabul eder ancak Yemen ve Askalan’da doğduğu üzerine de rivayetler mevcuttur.
[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyâsî, İtikâdî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, Çev. Prof. Dr. Abdulkadir Şener, Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul 2014.
[24] A.g.e.