Kur’an’ın metodlarından biri de bir mesajı yasaklama (nehyetme) biçiminde muhataba ulaştırmasıdır. Bu da “sakın ya yapmayın”, “bu size haram kılındı, yasak edildi” veya “bundan sakının” tarzında gelir.
Bir kaç âyette bu tarza benzer örnekler görmekteyiz: وَلاَ تَكُونُواْ – velâ tekûnû” nehyiyle gelen bu sakındırma “olmayın” şeklinde çevrilebilir. Bazı âyetlerde bu yasaklama fiilinden sonra ‘(كَ) - gibi’ edatı yer alır. Yani “şunlar gibi”... Onun arkasından sakındırılan kişi/kişilerin veya tipin özellikleri açıklanır. O tipler gibi olunmaması istenir.
Rabbimiz (cc) şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
Antlaşma yaptığınız (ahitleştiğiniz) zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl 16/90-91)
Birinci âyette başta adâlet olmak üzere temel emirler ve yasakların ortaya konmasından sonra yine adâletin bir gereği olan ahde vefa ve yeminlere sadâkat gösterilmesi emrediliyor. Bu emir dine uygun olan bütün söz vermeleri (vaadleri) kapsar.
Bu vaadlerin “Allah’a söz verme” şeklinde ifade edilmesi bunların ahlâk ve hukuk bakımından olduğu kadar dinî bakımdan da bağlayıcı olduğunu ve Allah katında sorumluluk gerektirdiğini gösterir. Aynı şekilde yeminlerin bağlayıcılı da önemle vurgulanmakta olup âyetin son cümlesi insanlara bu konularda sorumluluğunu hatırlatan önemli bir uyarı anlamı taşımaktadır. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/383)
Bazılarına göre bu âyet İslâm üzere Peygambere biat eden müslümanlar hakkında inmiştir. Onlara sanki şöyle deniyor:
“Allah’a söz vererek müslüman olduktan sonra bu sözünüzden dönmeyin, İslâmdan geri atmayın. Müslümanların azlığı, müşriklerin çokluğu sizi aldatmasın.”
Bazılarına göre ise bu âyet câhiliyye döneminde yapılan anlaşmalarla (hılf) ile ilgili inmiştir. O zaman müşriklerden bazıları kendi adamlarına; “Bakınız sayıca biz onlardan daha fazlayız, onlardan daha güçlüyüz” dediler ve yaptıkları anlaşmalara aykırı hareket ettiler. Sayı bakımından daha az ve daha zayıf olanlar ise daha güçlü bir kavimle karşılaştıkları zaman, bir diğer zayıf kabileyle yaptıkları anlaşmayı bozar kuvvetlinin safına geçerlerdi.
Âyet mü’minlere müslüman olduktan sonra da önceden yaptıkları anlaşmalara riayet etmelerini emrediyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/636)
Cubeyr b. Mut’im Peygamber’in (sav) şöyle dediğini rivâyet etti: “İslâmda hılf’e (hak üzere dayanışmak için sözleşme’ye) gerek yoktur. Ancak câhiliyye döneminde bu türden ne kadar anlaşma yapılmış ise, İslâm ancak onun gücünü artırır.” (Müslim, F. Sahâbe, 204-206 (6464-6465);
Ebû Dâvûd, Ferâiz, 17(2925); Tirmizî, Siyer, 30 (1585); Darimî, Siyer, 81. Bir benzeri: Buharî, Kefâlet, 2 (2294), Edeb, 67 (6083))
İslâm’dan önce Kureyş Kabilesi’nden bazıları şerefi ve nesebi dolaysıyla Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir araya geldiler. Mekke’de haksızlığa uğrayanın yanında yer alacaklarına, mazlumalara yardım edeceklerine dair aralarında sözleştiler. Bu anlaşmaya da “hıldfu’l-fudûl-faziletlilere dair anlaşma” adını verdiler. Rasûlüllah (sav) bununla ilgili şöyle demiş: “Ben Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir anlaşmaya şâhit oldum ki onun karşılığında kırmızı develere sahip olmayı tercih etmem. İslâm geldikten sonra bile o anlaşma gereğince yardıma çağırılacak olsam hiç şüphesiz bu çağrıya icabet ederdim.”
İlim adamlarına göre İslâm bu anlaşmayı pekiştirmiş, Peygamber bunu “İslâm’da hılf yoktur’ sözüyle genel kapsamı dışında tutarak ona özel bir yer vermiştir. Çünkü zaten İslâm zalimlere dur denilmesini, haklının hakkının korunmasını ihtiva etmektedir. Bu görev, gücü yeten her müslümana aittir. Kur’an zalimlere fırsat verilmemesini tavsiye ediyor. (Şûra 42/42. Hûd 11/113. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1797, İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/344)
Allah (cc) kullarına sözlerinde durmalarını, ahde vefa etmelerini emrediyor. Güçlü bir şekilde yemin ettikten sonra onları karşıdakinin aleyhine olacak şekilde bozmayı yasaklıyor. Zira akid/yemin/anlaşma insanlar arasında bir haktır. O hakkın ödenmemesinden Allah hoşlanmaz.
Âyetin "Müslümanların sayısının az, müşriklerin sayılarının ise çok olmasından korkarak Rasûlullah (sa) ile yaptıkları bey'ati bozmaktan nehyolunanlar hakkında veya başka bir sebeple inmiş olması mümkündür. Bu âyetin hükmünün genel olmasına engel değildir. (İbn Cerir et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, 7/636. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/344)
Müslüman Allah'ı ya da Allah'ın adını kendine kefîl kılarak yaptığını yeminleri bozmaz. O yaptığını her anlaşmaya uyar, verdiği sözde durur.
Bu sözleşme, hem insanî varoluşumuzla ilgili ontolojik sözleşmeyi, hem Allah’a güvendiğimizi iman ve teslimiyeti seçerek ifade ettiğimiz teolojik sözleşmeyi ve hem de insan ilişkilerinde verdiğimiz söz ve vaadlerden oluşan sosyolojik ve ekonomik sözleşmeleri kapsar.
Kur’an genellikle birincisi için ‘misak’, ikincisi için ‘ahd’, üçüncüsü için ‘akd ve eyman’ kavramlarını kullanır. (M. İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, 1/517)
Kur’an burada önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid’ten) bahsediyor. Birincisi; hepsinden önemli olan Allah'la insan arasındaki ahid, yani bağdır.
Önem sırasında ikincisi; bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şâhit tutularak veya Allah'ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır.
Üçüncü tür ahid ise; Allah'ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de bu ahdin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır. (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, 3/54)
Ayetteki “bağlanma içine girdiğinizde” cümleciği iki anlam taşımaktadır:
1. Bu, kişinin Allah'a olan inancından doğan manevî, ahlakî ve toplumsal yükümlülüklerine işaret etmektedir.
2. İnsanların birbirleriyle yaptıkları tüm sözleşme veya andlaşmaların, ilke olarak Allah'la yapılmış sayılacağını ve dolayısıyla bunlara tam bir riayet gerektirdiğini tenbih etmektedir. Sonraki ifadeler de zaten insanın “Allah'la yaptığı sözleşme”nin bu ikinci yanına işaret etmektedir. (M. Esed, Kur’an Mesajı, 2/549, S. A. ez-Zeyyin, Emsâlü’l-Kur’an, s: 564)
Sözünde durmak insanlar arasındaki ilişkilerde güven unsurunun yegâne garantisidir. Bu güven olmadan bir toplum kurulamaz, bir insanlık ayakta tutulamaz. Âyet sağlamlaştırdıktan sonra ve Allah'ı kefil olarak kabul edip onu sözleşmelerinin şâhidi tutup veya Allah adına söz verdikten sonra yeminlerini bozan, anlaşma sahiplerine seslenmektedir. Sonra da onları üstü kapalı tehdit etmektedir: “Allah yaptıklarınızı bilir.”
İslâm, sözleşmelere bağlılık meselesinde son derece titizdir. Zira ‘ahde vefa’ güvenin ana ilkesidir. (S. Kutub, Fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2191)
- “İpliğini (Örgüsünü) Çözen Kadın Gibi Olmayın”
“Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın.
Allah, bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyâmet gününde mutlaka size açıklayacaktır.” (Nahl, 16/92)
Bu âyetteki benzetme (teşbih) yemine sadakat göstermenin sadece dinî bir hüküm değil aynı zamanda aklın da gereği olduğuna işaret eder.
Çünkü objektif ahlâk ölçülerini kişisel çıkarların üstünde tutan selim tabiatlı insan, bir kimsenin tutmayacağı hâlde yemin etmesi mantıksal bir çelişki olarak görür. Âyet, teorik olarak yanlış sayılsa bile pratikte sıkça rastlanan “güçlü olan yemin bozabilir, verdiği sözü yerine getirmeyebilir” şeklindeki aldatma anlayışı özellikle yargılamakta ve yasaklamaktadır. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/383)
Rivâyet edildiğine göre o zamanlar Mekke’de Rayta binti Amr binti Saad adında ahmak ve vesveseli bir kadın varmış. Yünden ve kıldan iplikler/ipler örermiş. Kendince de bunu sağlam yaparmış. Hatta komşu kadınlara sabah erkenden eğirmeleri için yün verirmiş. Öğleden sonra eğirdiklerini beğenmez, bozmalarını söylermiş. Kendi eğirdiğini de kolay kolay beğenmez tekrar sökermiş. Bu kadın o zamanla bu ilginç huyu ile meşhur olmuş. (İbn Cerir Taberî, Câmiu’l-Beyân, 7/635, Zamahşerî, el-Keşşâf, 2/606. Beğavî, Tefsir 3/82, S. A. ez-Zeyyin, Emsâlü’l-Kur’an, s: 565)
İnsan böyle bir durumla karşılaşsa, bunu yapana herhâlde “sen ahmak mısın, kafayı mı bozdun, niçin bunu yapıyorsun?” diye sorabilir. Gerçekten böyle yapan birine ‘normal kimse’ denmez.
Âyetler burada sadece sözünde durmayı emredip sözleşmeyi bozmayı yasaklamakla yetinmemektedir. Bazı örnekler vererek antlaşmasını bozanları kötülemekte, onları istikrarlı olmayan, evhamlı, ahmak, ciddi olmayan bir kimseye benzetmektedir.
“… ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın…” Nefis bir benzetme, harika bir teşbih...
Allah (cc) ahidlere, anlaşmalara bağlı olmayı da bozmayı da bilir O her şeyden haberdârdır. Sözleşmelerine, ahidlerine bağlı kalanlara sevap, bozanlara, sözünden cayanlar, anlaşmalrına ihanet edenlere de ceza verir. Zaten herkes yaptığının karşılığını alır.
Bu ifade itaat edene güzel bir vaad, te'kid ettikten sonra ahdini, yeminini bozan muhalif kimseye bir tehdit ve vaîd niteliğindedir.
İpliğini eğirip bükerek sağlamlaştırdıktan sonra onu çözüp bozan kadına ancak acınır. Antlaşmasını hiç haklı gerekçe yokken bozan adam, iradesi zayıf, dar görüşlü, aptal ve bunak bu kadına benzer.
Bu benzetme sözünde durmamayı, aklını kullananlara kötü bir şey olarak hissettirmekte, çirkin göstermektedir. Zaten burada amaç da budur. Onurlu hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmaya razı olmaz!
Yapılan andlaşmaya, kişi zayıf durumda iken bağlı kalır, güçlenince onu bozarsa, üstelik bu hâl, ülkeler arasında cereyan ediyorsa, andlaşmayı bozan ülkenin itibarını sarsar. Toplum bünyesinde ise kişiler ve gruplar arasında gerginliği ve sürtüşmeyi arttırır, düşmanlığa sebep olur. Aileler arasında ise kin ve nefret havasını doğurur.
Câhiliye devrinde kavim ve kabilelerin çoğu ahde vefa etmez, yaptıkları andlaşma ve sözleşmeleri menfaatları söz konusu olunca fütursuzca bozarlardı. Bu dönekliklerinin bir sınırı da yoktu.
Bunun bir örneği Rasûlüllah (sav) ile yaptıkları anlaşma ve sözleşmeleri gizlice bozup Mekke müşrikleriyle İslâm aleyhine birtakım kararlar alan Medine civarındaki Ben-i Kurayzâ ve Ben-i Nâdir kabileleridir. Çünkü o sırada Mekkeli müşrikler kendilerinin müslümanlardan daha güçlü, sayı bakımından daha kalabalık zannediyorlardı. (S. Kutub, Fi-Zılali’l-Kur’an, 4/2191-2192)
Âyete göre onların bu tutumlarının tutarlı bir sebebi yoktu. Bir tarafın sayıca çok veya güçlü olması, çıkar elde etme anlayışı yeminleri/anlaşmaları bozma nedeni olamaz. Burada ölçü çıkar, korku, sığınma değil; hak ve ahde vefadır. Anlaşmalarını, yeminlerini bozanlar demek ki bu ahlâki prensibe uymazlar.
Mü’min bir kimse veya topluluk ister kendi adına, ister temsilcisi olduğu toplum adına Allah’ı vekil/şâhit kılarak bir söz vermişse, bir anlaşma yapmışsa veya yemin etmişse; buna kesinlikle riayet eder. Dünyanın bazı ucuz menfeati uğruna sözünden caymaz, anlaşma yaptığı kesimleri aldatmaz.
O bilir ki Allah (cc) müslümanları bazen yeminleriyle, bazen vaadleriyle imtihan eder.