21 Mart 2025 - Cuma

Şu anda buradasınız: / AHİR ZAMANDA DAVA ADAMI OLABİLMEK VE DAVA ADAMI OLARAK KALABİLMEK!
AHİR ZAMANDA DAVA ADAMI OLABİLMEK VE DAVA ADAMI OLARAK KALABİLMEK!

AHİR ZAMANDA DAVA ADAMI OLABİLMEK VE DAVA ADAMI OLARAK KALABİLMEK! Abdulaziz KIRANŞAL

 

1986 yılında gazeteciler Şimon Perez’e İsrail’i kurdunuz ama “Kur’ân-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor” diye sorduklarında Perez, “Bizim devletimizi yıkacak, Kur’ân’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin! O zaman düşünürüz” diye cevap veriyor.

Allah ve Rasûlünün en azılı düşmanı Siyonist Yahudilerin kurduğu işgal devletini yerle bir edecek, kurdukları zulüm ve sömürü sistemine son verecek Kur’ân’ın bahsettiği o dava adamları ahir zamanın dava adamlarıdır.

Onlar her türlü fikir, ırk, parti, mezhep ve meşrep ayırımına rağmen “Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.” ayetinde bahsedildiği gibi zulüm, haksızlık ve sömürü karşısında birbirlerine kenetlenmiş, İslâm kardeşliğinin ve Müslüman kimliğinin önüne hiçbir şeyi geçirmeyen Müslümanlardır.

O dava adamları, Kur’ân’ın: Kafirlere karşı şiddetli kendi aralarında ise merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek sürekli Allah´ın rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29) diye bahsettiği tüm öfkelerini kafirlere, merhametlerini ise Müslüman kardeşlerine yönelten, alınlarında secde izi olan ve bakılınca Allah’ı hatırlatan Mü’minlerdir.

O dava adamları, Kur’ân’ın: “Ne-ticaret, ne de alış-veriş, onları Allah´ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve infak etmekten alıkoyamaz” (Nur: 37) diye bahsettiği, hiçbir dünyalığın, mal, makam ve mevkinin Allah’a ibadetten, İslâmi çalışmalardan, direniş ve mücadeleden alıkoyamadığı Müslümanlardır. Onlar kendi gündemlerini kendileri belirlerler. Günlük plan ve programlarını hep İslâm’ın anlatılması ve hâkimiyeti yolunda düzenlemiştir. Ceplerindeki her kuruş, Allah yolunda harcanmak için beklemektedir.

O dava adamları, Kur’ân’ın: “Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır. Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir. Onlar, zekâta ilişkin söz ve görevlerini mutlaka yerine getirenlerdir. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır.” (Mü’minun: 2-5) diye bahsettiği, ibadetlerinde ihlâslı ve huşu sahibi Müslümanlardır. Onlar boş işlerden ve boş sözlerden uzak duran mü’minlerdir. Onların kitaplarında gaflet, tembellik, uyuşukluk, bıkkınlık, yorgunluk, boş zaman yoktur. İslâm’ın onlara yüklediği mali sorumlulukları, büyük bir hoşnutlukla yerine getirirler. İffetlerini korurlar, harama bakmazlar. İradeleri çelik gibidir. 

 

O dava adamları, Kur’ân’ın: “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahi kardeşlerini kendilerine tercih ederler.” diye bahsettiği, başta kendi yakınlarındaki mazlumlar ve ihtiyaç sahipleri olmak üzere İslâm coğrafyasının her yerine yardımları, kurbanları, infakları ulaşmış, elinde avucunda ne varsa mazlum Müslümanlar ve İslâm’ın hâkimiyeti için seferber eden Müslümanlardır.

O dava adamları, Kur’ân’ın: “Düşmanlarınız size karşı ordu topladılar; onlardan korkun! denildiğinde, bu, sadece onların imanlarını arttırır ve Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir! derler.” diye bahsettiği, gözü pek, saatleri zafere ya da şehadete ayarlı Müslümanlardır. Korkaklık, pısırıklık, vazgeçmek, geri adım atmak nedir bilmeyen, cesur ve hakka adanmış Müslümanlardır.

Ahir Zaman Dava Adamlarının Öncelikli Düşmanları Siyonizm’dir:

Çünkü onlar İslâm coğrafyasının nasıl adım adım işgal edildiğini, Müslümanların nasıl sömürüldüğünü, köleleştirildiğini, hedef ve ideallerinden nasıl uzaklaştırıldığını, ümmetimizin nasıl parça parça edildiğini, bu parçaların nasıl birbiriyle savaştırıldığını anlayabilmenin tek yolunun Siyonizm’i tanımaktan geçtiğini bilirler.

Topraklarımızdaki yer altı ve yer üstü zenginliklerimizin, madenlerimizin, ormanlarımızın, petrolümüzün, suyumuzun, insanımızın nasıl sömürüldüğünü, Müslümanların öncelikli düşman algısını kaybedip birbirlerine nasıl düşman olduğunu, coğrafyamızın nasıl kan gölüne döndüğünü anlamanın yolunun Siyonizm’i tanımaktan geçtiğini bilirler.

Allah’ın Kur’ân’da yasakladığı bütün haramların ve sapkınlıkların nasıl resmileştiğini, normalleştiğini, vergiye tabi hale geldiğini ve kanunlarla koruma altına alındığı, Müslüman aile yapısının nasıl mahvedildiğini, Müslüman genç nesillerin nasıl dininden ve değerlerinden uzaklaştırıldığını, Müslüman kadın kimliğinin nasıl yerle bir edildiğini anlamanın yolunun Siyonizm’i tanımaktan geçtiğini bilirler.

Siyon, Ahd-i Atîk’te kendi krallıklarının merkezi olarak Kudüs şehri için kullanılmış bir isimdir (II. Samuel, 5/7). Zamanla kapsamı bütün İsrail topraklarını ifade edecek şekilde genişlemiştir. Siyon kelimesine dayanan Siyonizm ise merkezi Kudüs ve Filistin’de olan ve sınırları Fırat ve Nil arasını kapsayan büyük İsrail devletini kurmayı hedefleyen yapıdır.

Onların bu ideallerinin ana kaynağı ise Tevrat`tan da önce var olan ve kendi inançlarını barından Kabbala adlı kitaptır. Kabbala, üstün ırk saplantısına dayanılarak hazırlanmış bir kitaptır. Siyonistler, Tevrat’ı da tahrip ederek bu kitabın ana eksenine uydurmuşlardır. Siyonistler, kendi emelleri uğrunda Tevrat’ı Allah inancıyla bağdaşmayacak ve ahlaken de kabul edilemeyecek birçok yanlış cümleler ve üstün ırk fikirleri ile doldurmuşlardır.

Tahrif edilmiş Tevrat, Siyonistlerin diğer milletleri yavaş yavaş yok edeceğini söylemektedir. Siyonizm ise bu taktik doğrultusunda, dünya çapında uyguladığı plânlarda, uzun vadeli hedefler gütmektedir. Diğer milletlerin, kademeli bir şekilde Siyonistlere boyun eğmesi planlanmaktadır.

Onlara göre Allah, Kenan diyarını yani Arz-ı mev‘ûd’u, vaad edilmiş toprakları (Fırat ile Nil Arasını)  kendilerine vadetmiştir. Siyonist İsrail bayrağındaki iki mavi çizgi Fırat ve Nil nehirlerini temsil eder. Ortadaki yıldız ise burada kurulacak Siyonist devleti temsil eder. Yahudi dünya hâkimiyeti gerçekleşmeden önce, bu topraklarda sadece İsrailoğullarının yaşadığı bir devlet kuracaktır. Bu devlet büyük dünya krallığının merkezi ve idare yeri olacaktır.

"O zaman Rab bütün milletleri önünüzden kovacak ve siz büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak, sınırınız çölden ve Lübnan`dan, ırmaktan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allanınız Rab size söylediği gibi, dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tesniye Bölümü, 12/25)

Siyonistler kendi inançları gereği asırlardır Mesih`in gelip kutsal toprakları tamamen ele geçireceğine ve kendileri için dünya hâkimiyetini tamamen kuracağına inanmaktadırlar. 1948`de İsrail’in kuruluşu onlar tarafından "Mesihin ayak sesleri" olarak değerlendirilmiştir.

Bu batıl inanışlara Siyonistler sıkı sıkıya bağlıdırlar. Onların liderleri defalarca kutsal topraklardan bahsetmiş, asıl hedeflerinin bu toprakları ele geçirmek olduğunu belirtmişlerdir.

Theodor Herzl (1887): "Kuzey sınırlarımız Kapadokya`daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı`na. Sloganımız, David ve Solomon`un Filistini olacaktır."

David Ben Gurion (1948): "Filistin`in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirilmesi gereken bir başka haritası vardır. Nil`den Fırat`a kadar."

Devlet Başkanı Ben Gurion`un İsrail`in ilanı sırasındaki beyanından: "Görüldüğü gibi Türkiye`nin de bir bölümünü içine alan kutsal toprakları ele geçirmek, Yahudilerin bugün önem verdikleri kutsal amaçlarından birisidir. İsrail ordusu bu amaç için savaşmaktadır." Demiştir.

1837`de yayınlanan Siyonist yayın organı Die Welt gazetesi. Sion Yıldızı'nın da içerisinde yer aldığı haritada, Yahudilerin ele geçirmeye çalıştıkları ve içinde Türkiye`nin de bulunduğu "Vadedilmiş Toprakları, Arz-ı mev‘ûd’u" göstermektedir.

İşte 3000 yıl önce, nefislerine esir olarak ve şeytana uyarak önce Cenab-ı Hakkın, Hz. Musa’ya gönderdiği Tevrat`ı sonradan da yine Cenab-ı Hakkın, Hz. İsa’ya gönderdiği İncil`i arzularına uygun şekilde değiştirenler o günden beri babadan oğula ve nesilden nesile kendi üstün ırk fikirlerini ve bunun esas gayesi olan "Dünya hâkimiyetini" gerçekleştirebilmek için zamanla 3000 yıllık sürede büyük bir gelişme gösterdiler.

Bu idealler doğrultusunda 3000 yıllık bir ilerleme ve son 400 yılda kapitalizmin yeryüzünde yayılmasıyla faiz yoluyla ve yeşil bir kâğıt olan (doları) dünya parası yapıp istedikleri kadar para basmak suretiyle elde ettikleri astronomik zenginlikleri vasıtasıyla tüm dünyayı kendi tahakkümleri altına almak için plânlı, programlı çalışan bu kimseler bugün fiilen ve hukuken ilan edilmiş bir Dünya Devletini henüz kuramamış iseler de artık aynen böyle bir devlet varmış gibi GDD (Gizli Dünya Devleti)’ni oluşturmuş bulunmaktadırlar.

Öyle ki bilhassa son 400 yıl esnasında, ABD`nin keşfinden sonra oradan getirdikleri altınlarla, İngiltere, Portekiz, İspanya ve Hollanda uzak denizlere açılabilecek gemiler inşa ettiler ve böylece Amerika, Asya ve Afrika`nın zenginliklerini sömürmeye başladılar. Avrupa`da sermaye birikimi arttı ve faizin yayılması ve kapitalist nizamın geliştirilmesi ve yayılması suretiyle çok büyük bir ekonomik gücü ellerine geçirdiler. Zamanla büyük ve uluslararası bankalar kurdular. Ve bütün Dünya Ekonomisini kontrolleri altına almaya başladılar.

Astronomik ölçülerde zenginleşen bu kimseler zamanla sadece Ekonomik hayatı değil, bütün dünya ülkelerinin siyasi yönetimlerini de kontrolleri altına almaya başladılar. Büyük sanayi kuruluşlarını kontrolleri altına aldılar. Medyayı ve en büyük dünya haber ajanslarını kontrolleri altına aldılar. Stratejik araştırma enstitülerini aynı şekilde kontrolleri altına almaya başladılar. Ayrıca en büyük avukatlık ve hukuk bürolarını kurdular ve tüm dünyada etkin hale geldiler.

Her dava adamının tanıması gereken üç Siyonist:

Theodore Herzl:

Siyonizm’in kurucusu ve Dünya Siyon Teşkilatının başkanıdır. 1897 İsviçre’nin Basel kentinde düzenlediği büyük Yahudi kongresinde ““Basel’de Yahudi Devleti’ni kurdum. Eğer bugün bunu açıklarsam, herkes beni alaya alır. Oysa belki 5 fakat şüphesiz 50 yıl içinde herkes bu gerçeği görecektir. Yahudi Devleti’nin varlığı manevi temellere oturtulmuştur, bu devlet Yahudi halkının bu konudaki istek ve azmi ile kurulmuştur” Diyen ve büyük İsrail’in kurulması için Yahudileri ve Yahudi sermayesini organize edip teşkilatlandıran Siyonist Yahudi’dir.

Emanuel Karasu:

Theodor Herzl’in hazırladığı Siyonist planı uygulamakla görevli İspanya’dan Osmanlı Devleti’ne göç eden Sefarad Yahudi’sidir. Büyük Siyonist kongresinde alınan karar gereği İsrail devletinin kurulması için Sultan Abdülhamid’e Kudüs sancağında kendileri için toprak satılmasını teklif eden Siyonist heyetin içindedir. Bunu reddeden Sultan Abdülhamid'e halini (tahttan indirilmesini) kararı tebliğ eden heyetin başkanıdır.

Haim Nahum:

Mısır haham başıdır. Siyonist İsrail devletinin kurulması için Müslümanların ezilmesini, sömürülmesini, dininden ve değerlerinden uzaklaştırılmasını sağlayacak olan “Haim Nahum doktrininin” kurucusudur. Haim Nahum, Lozan Barışı öncesi, Osmanlı’yı savaşla yok etmek isteyen Siyonistlere akıl hocalığı yapmış ve Müslümanların savaşla değil ancak bu doktrinle etkisiz hale getirilebileceğini söylemiştir.

Her dava adamının bilmesi gereken üç Siyonist Proje:

Büyük İsrail Projesi:

Başkenti Kudüs olan, Arz-ı mev‘ûd yani vaad edilmiş topraklar üzerinde kurulması planlanan Siyonist devlet projesi. Bu projenin sınırları Fırat ve Nil nehirleri arasını kapsar ve bizim memleketimizin de bir kısmını içine alan bir projedir. Özelde orta doğu olarak tarif edilen topraklarda, genelde ise dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen ekonomik, siyasi ve askeri olayların bir şekilde bu proje ile muhakkak bir ilgisi vardır.

Bop Projesi:

Büyük İsrail projesinin gecikmesi üzerine bu projeyi daha hızlı bir şekilde hayata geçirmek için organize edilen ve içerisinde Türkiye’nin de bulunduğu 22 İslâm ülkesinin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen bir projedir. Asıl amaç Büyük İsrail’in kurulması ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu projesinin sınırları Hindistan ve Cebelitarık arasındaki bölgedir. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi Kuzey Afrika’dan İran Körfezi’ni de kapsayacak şekilde Pakistan’a, Filistin’e, Orta Asya’ya ve Kafkaslar’a uzanan bölgedir. Bu bölgede Arap ülkeleri, Pakistan, Bangladeş, Afganistan, İran, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye vardır. Bu bölgelerde ve ülkelerde meydana gelen her gelişmenin, savaşın, barışın, darbenin, ekonomik krizinin ve anlaşmanın muhakkak İsrail’le bir bağlantısı vardır.

Haim Nahum Projesi:

İslâm’ın bir hayat nizamı olmaktan çıkarılması, Müslümanların etkisizleştirilmesi, kendi dertlerine düşürülmesi, ruhsuzlaştırılması ve kimliksizleştirilmesi için hazırlanmış bir projedir. Yedi madde halinde özetlenebilir. 

1-Müslümanları aç bırakacaksın

2- İşsiz bırakacaksın

3- Borca esir edeceksin

4- Böylece dininden ve değerlerinden uzaklaştıracaksın

5- Böleceksin ve parçalayacaksın

6- Böldüğün parçaları birbiriyle çatıştıracaksın

7-Tüm bunlarla onları yumuşak lokma haline getirip yutacaksın.

Ahir Zaman Dava Adamlarının Yegâne Mücadelesi Kur’ân’ı Hayata Hâkim Kılma Mücadelesidir:

Çünkü Kur’ân içerisinden istediğimizi seçip istediğimizi terk edebileceğimiz bir kitap değildir.

Şimdi bir düşünün! Bir kitap ki, cenazede okunuyor, düğünde okunuyor, siyasi toplantıların açılışında okunuyor, ticarethane ve eğitim kurumlarının temel atma törenlerinde okunuyor, Kur’ân kurslarında, medrese ve ilahiyatlarda okunuyor ve hatta ses yarışmalarında bile okunuyor ama siyasette yok, kanunlarda yok, hukukta yok, aile hayatında yok, nafakada, mirasta yok, ekonomide yok, eğitimde yok, ahlakta yok…

Yoksa biz kitabımızı, cenazelerde ölülere okunan ama dirilere ne dediğiyle pek de kimsenin ilgilenmediği bir kitap haline mi çevirdik? Oysa bizim kitabımız, yaşayanların tüm yaşam alanlarını kapsayan ve bu alanlara dair terkedilemeyecek hükümler ortaya koyan, tüm dirilere hitabeden ve hükümleri eskimeyen bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, ticarethanelerin açılışlarında okunan ama bu ticarethanelerin kasalarına, hesaplarına, çeklerine, senetlerine, alacaklarına, vereceklerine, borçlarına, kârlarına, patronlarına karışamayan bir kitap haline mi getirdik? Oysa bizim kitabımız, ticaretin bizzat kurallarını belirleyen ve düzenleyen, haramı, helali ortaya koyan bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, nişan ve düğün törenlerinde okunan, ama düğün bittikten sonra evlenenlerin aile hayatında kimsenin açıp da yüzüne bile bakmadığı bir kitap haline mi getirdik? Oysa bizim kitabımız, nişandan düğüne, aile hayatından boşanmaya kadar evliliğin her merhalesine dair hükümler koyan bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, süslü ve işlemeli örtüler içerisinde, evin en güzel duvarının en yüksek yerine asıp bir daha duvardan indirmediğimiz bir kitap haline mi getirdik? Oysa bizim kitabımız, o evin içindeki karı koca ilişkilerine, çocuk eğitimine, izlenen dizilere, girilen internet sitelerine, yapılan telefon görüşmelerine dahi müdahil olan bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, siyasi, ekonomik ve uluslararası toplantıların açılışında okunan, ama bu toplantılarda alınan kararlarda zerrece dikkate alınmayan bir açılış kitabı haline mi getirdik? Oysa bizim kitabımız, siyasetin, ekonominin ve milletlerarası hukukun tamamına dair söyleyecek sözü olan, hükümleri, emirleri, talimatları ve düzenlemeleri olan bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, ilahiyatlarda, akademik faaliyetlerde, tez çalışmalarında, makalelerde üzerine ciltler dolusu yazı yazılan ama iş uygulamaya geldiğinde şu ayeti tarihseldir, şu ayeti günümüze uymaz, şu ayeti kanunlara terstir, şu ayeti modernistliğe aykırıdır, şu ayeti kadın haklarına aykırıdır denilip, kırpıla kırpıla kuşa çevrilen bir kitap haline mi getirdik? Oysa bizim kitabımız, her harfi, her ayeti ve her suresiyle tazeliğini, canlılığını, sorun çözücülüğünü ve hüküm koyuculuğunu devam ettiren bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, medreselerde, İslâmi ilimler merkezlerinde fiilinden failine, mübtedasından haberine kadar bir Arapça dil bilgisi kitabı gibi didik didik edilen ama iş siyasette, hukukta, ekonomide hükümlerinin uygulanmasına gelince pek de üzerinde durulmayan bir kitap haline mi çevirdik? Oysa bizim kitabımız, noktasından virgülüne kadar hayata hâkim olması gereken bir kitap olarak gönderilmemiş miydi?

Biz kitabımızı, hafızlar tarafından ezberlenilen, Ramazanlarda mukabele yapılan, mevlütlerde okunan ve hatta ses yarışmalarına malzeme olan bir kitap haline mi getirdik? Oysa bizim kitabımız, hıfzedilen her ayetinin hayata da tatbik edildiği, Ramazan’da yapılan her mukabelenin Ramazan’dan sonraki on bir ayda uygulandığı, güzel okuma yarışmalarına konu olmaktan ziyade güzel yaşanılması için gönderilmiş bir kitap değil miydi?

İşte tüm bunların bilince olan dava adamları ilk önce kitaplarını hayata hâkim kılma mücadelesi verirler.

Ahir Zaman Dava Adamlarının Mücadelesi Sünnetin Tamamını Hayata Hâkim Kılma Mücadelesidir:

Bir Peygamber düşünün ki, sakal bırakırken sünnetine uyuluyor, suyu üç yudumda içerken sünnetine uyuluyor, sağ elle yemek yerken sünnetine uyuluyor ama aynı Peygamberin sünneti siyasette yok, kanunlarda yok, hukukta yok, aile hayatında yok, nafakada, mirasta yok, ekonomide yok, eğitimde yok, ahlakta yok…

Eğer bir toplum Peygamberlerinin (s.a.s.) emirlerinden ve sünnetinden canlarının istediği ve hoşlarına giden emirleri alıp, işlerine gelmeyen emirleri ve sünnetleri de terk ediyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerini (s.a.s.) kız isteme törenlerinde, düğünlerde ve nikâhlarda hatırlayıp, ismini anıp, salâvat getiriyor, ama düğünden sonra o yeni kurulan yuvanın yönetiminde, eşlerin birbirlerine karşı davranışlarında, akraba ilişkilerinde, izlenilen dizilerde, mutfaktaki gıdaların ve eve giren kazancın helalliğinde kimse o düğünde hatırladığı Peygamberin ne dediğine bakmıyorsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerini (s.a.s.) çocuklarının sünnet törenlerinde hatırlayıp, adına ilahiler okuyor ama sünnet töreninden sonra o çocuğun eğitimine, ahlakına, kılık kıyafetine, gelecek planlamasına, hayat tarzına, nasıl yetiştirileceğine az önce sünnet düğününde hatırladıkları Peygamberi hiç karıştırmıyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerini (s.a.s.) sakal bırakırken hatırlayıp ama o bir karış sakalla yalan söylerken, iftira ederken, gıybet ederken, harama bakarken, kalp kırarken, merhametsizlik yaparken sakalda örnek aldıkları Peygamberin tüm bu ahlaksızlıklara ne diyeceğini hiç hatırlamıyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerinin (s.a.s.) namazdaki sünnetlerini asla ihmal etmiyor ama o namazdan sonra kul hakkı yerken, haksızlık ve adaletsizlik yaparken, rüşvet alırken, torpil yaparken, iltimas geçerken, kulis yaparken, ayak kaydırırken namazda sünnetine uydukları Peygamberi hiç hatırlarına getirmiyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum Peygamberlerinin (s.a.s.) yemekte hangi elini kullandığına, suyu nasıl içtiğine, yatarken hangi tarafa yattığına dair emirlerine harfiyen uyuyor ama nasıl cihat ettiğine, cahili sistemleri nasıl yıktığına, putları nasıl kırdığına, şirk düzenlerini nasıl yerle bir ettiğine, Allah’ın hükümlerini nasıl hayata hâkim kıldığına dair tek bir sünnetini bile uygulamıyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerinin (s.a.s.) boyunu, kilosunu, şemailini ve saçını nasıl taradığını merak ediyor, ama faizi nasıl ayakları altına aldığını, sömürüyü nasıl durdurduğunu, ırkçılığı nasıl yasakladığını, israfı ve yolsuzluğu nasıl önlediğini hiç merak etmiyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum Peygamberlerini (s.a.s.) başkalarına anlatırken gece namazıyla, açlıktan karnına bağladığı taşla, üzerinde uyuduğu hasırın yüzüne çıkardığı izle, yaşadığı hurma dallarından ve kerpiçten yapılmış evle anlatıyor ama kendi hayatlarındaki serpme kahvaltılarda, kadife kumaştan cübbelerde, lüks villalarda, devre mülklerde, beş yıldızlı otellerde, ihale salonlarında, son model araçlarda hep başkalarına anlattıkları bu Peygamberi hiç akıllarına getirmiyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Dava adamı elbette ki, Peygamberinin (s.a.s.) sakalını, saçını, yemeğini nasıl yediğini, nasıl yürüdüğünü ve hatta hangi tarafa uyuduğunu bile örnek alır. Ancak tüm bunlarla birlikte Peygamberinin devleti nasıl yönettiğini, siyaseti nasıl yaptığını, ekonomiye nasıl baktığını, bürokraside hangi ilkeleri tavsiye ettiğini, hukukta ve yasalarda hangi direktifleri verdiğini, ailede ve ahlakta hangi talimatları verdiğini de hayatımıza harfiyen uygulamak ve tüm bunlarında örnek alınması için mücadele eder.

Eğer işin bu kısmını ihmal edersek fert, aile, toplum ve düzen olarak çöküntüden, çürümeden, zulümden, haksızlıktan, kriz ve buhranlardan kurtulamayız…

İşte bu nedenle dava adamının en önemli vazifelerinden birisi de inandığı peygamberin sünnetinin, tüm emir ve direktiflerinin, siyasetten, hukuka, ekonomiden sosyal hayata kadar hayatın tüm alanlarına hâkim kılınması için mücadele etmektir.

Dava Adamının Hedefi:

Dava adamının temel hedefi, yaşadığı toplumu “Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine götürün.” Emrini gerçekleştirebilecek bir seviyeye ulaştırabilmektir.

Yani toplumu siyasette, hukukta ve ekonominde temel ölçü ve hakem olarak Allah’ın ve Rasûlünün kabul edileceği bir düzeye getirebilmektir. Bu düzeye ulaşabilmenin yani genç dava adamının yönetime dair hedef ve ideallerini hayata geçirebilmesinin yolu kapsamlı bir mücadeleden geçmektedir.

Çünkü İslâm, sadece bir vaaz ve nasihat dini değildir. İslâm, vaaz edilenlerin kanunlarda, hukukta, ekonomide, sosyal hayatta, ailevi ve ferdi hayatta uygulanmasını emreden bir dindir.

İslâm’ın yönetim, düzen ve siyasi boyutunun ihmal edilmesi demek, bu aziz dinin bir ahlak ve bireysel ibadet dini haline dönüşmesi demektir. Oysaki İslâm, her alanda hâkimiyetten başka bir şey kabul etmeyen bir dindir.

İslâm, asla camide kılınan namazla ya da Ramazan’da okunan Kur’ân’la yetinen bir din değildir. Aksine İslâm, camide kılınan namazın ve Ramazan’da okunan Kur’ân’ın siyasete, ekonomiye ve hukuka hâkim olmasını emreden bir dindir.

Dava adamı, siyasetten, ekonomiden ve hukuktan bağımsız, yönetimi ve hâkimiyeti hedeflemeyen bir İslâm anlayışının istenilen Müslüman ferdi, Müslüman aileyi ve Müslüman toplumu inşa edemeyeceğinin farkındadır.

Çünkü eğer yaşadığınız toplumun yönetimine dair Kur’ân ve sünnet merkezli hedef ve idealleriniz yoksa ne kadar iyi bir Müslüman fert yetiştirirseniz yetiştirin sonunda o ferdin yönetimde Fransız laiklik hukukuna, ticarette Alman borçlar hukukuna, hukukta İtalyan ceza hukukuna tabi olmasına razı oluyorsunuz demektir.

Eğer yaşadığınız toplumun kanunlarına dair Kur’ân ve sünnet merkezli hedef ve idealleriniz yoksa ne kadar iyi bir Müslüman aile inşa ederseniz edin sonunda bu ailenin İsviçre medeni hukukuna göre evlenmesine, mirasta, boşanmada ve nafakada batılı kanunlara ve AB uyum yasalarına tabi olmasına, İstanbul sözleşmesine, cinsiyet eşitliği projesine göre şekillenmesine razı oluyorsunuz demektir. 

Eğer yaşadığınız toplumun ekonomik sistemine dair Kur’ân ve sünnet merkezli hedef ve idealleriniz yoksa ne kadar kaliteli bir Müslüman şahsiyet yetiştirirseniz yetiştirin sonunda bu şahsiyetin ekonomide faizli bir sisteme tabi olmasını, faizli bankalardan maaş almasını ve bu bankalarla muamele yapmasına razı oluyorsunuz demektir.

Eğer yaşadığınız toplumun uluslararası ilişkilerine dair Kur’ân ve sünnet merkezli hedef ve idealleriniz yoksa bu toplumun BM, NATO, AB ve ABD gibi Batı menşeli birlikteliklere tabi olmasına, stratejik ortaklıklar kurmasına razı oluyorsunuz demektir.

Eğer yaşadığınız toplumun eğitim sistemine dair Kur’ân ve sünnet merkezli hedef ve idealleriniz yoksa bu toplumda yetişen nesillerin dinlerinden ve değerlerinden kopuk bir şekilde yetişmesine razı oluyorsunuz demektir.

Oysaki genç dava adamı, hayatın her alanında sadece ve yalızca Allah’ın ve Rasûlünün emirlerinden, talimatlarından ve direktiflerinden razı olan şahsiyet demektir.

İşte bu nedenle dava hem yönetimde hem hukukta hem ekonomide hem ailede hem de ahlakta dinine ve değerlerine göre bir hayat inşa etmek için mücadele etmektir.

 

Dava Adamının Kulluğu Sınır Tanımaz Bir Kulluktur:

Ahir zaman dava adamı, emperyalistlerin dayattığı etkisiz, hayattan kopuk, ılımlı, cihatsız ve mücadelesiz, sadece birtakım ahlaki kurallara hapsedilmiş bir İslâm anlayışını ve kulluğu asla kabul etmez.

Çünkü onun kulluğu, asla sadece seccadelerin, rahlelerin, camilerin, Kur’ân kurslarının, medreselerin, imam-hatip ve ilahiyatların sınırlarına hapsedilmiş bir kulluk değildir.

Onun Kulluğu, tüm kamusal duvarları yıkan, tüm uluslararası sınırları ihlal eden, tel örgüleri kaldıran, anayasal kısıtlamaları aşan, ekonomik ve iktisadi tezleri yerle bir eden yani siyasi, ekonomik ve uluslararası alanların tamamına müdahil olan ve büyük bir inkılap gerçekleştiren bir kulluktur.

Onun kulluğu gayesi yeryüzünde Allah’ın istediği büyük, köklü ve kapsamlı değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilmektir. Bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirecek kulluk şuurun en belirgin özelliği ise karşısına çıkan tüm engelleri aşabilecek, tüm sınırları ihlal edebilecek, tüm tehlikeleri göze alabilecek bir motivasyona, cesarete, ihlasa ve adanmışlığa sahip olmasıdır.

Onun ibadet ve kulluk anlayışı, en geniş manada “halifelik” kavramıyla ifadesini bulur. “Halife” kavramı kulluğun sadece bir takım ferdi ibadetlerden, tesbihten, zikirden ve hayır hasenattan ibaret olmadığını en açık şekilde anlatan kavramdır.

Allah, Bakara Suresi’nde meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” diye buyurduğunda, melekler de ona, “Biz zaten seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz…” diyerek kulluktan ve halifelikten maksadın sadece tesbih, hamd ve zikir gibi bireysel ibadetlerden ibaret olduğunu sanmışlardı.

Yani ey Rabbimiz, eğer kulluk istiyorsan biz zaten seni tesbih ederek, hamd ederek ibadet ediyoruz demişlerdi. Meleklerin bu ifadelerine karşılık Rabbimiz ise, “Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurarak, adeta kulluğun, ibadetin ve halifelik fonksiyonun sadece tesbihten, hamd etmekten ve bireysel ibadetlerden ibaret olmadığını belirtiyordu.

İşte bu nedenle onun için ibadet ve kulluk demek, sadece bireysel ibadetler ve hayır hasenat çalışmalarından ibaret değildir. Onun için kulluk, namaz, oruç, infak, zikir, dua gibi ibadetlerle beraber, halifelik vazifesi gereği yeryüzünün imar ve ıslahı için yapılan her siyasi, ekonomik, askeri ve uluslararası faaliyettir.

Bu yolda yapılan her teknolojik ve ilmi faaliyet ibadettir. Her basın-yayın ve medya faaliyeti ibadettir. Bu vazife gereği yapılan her sosyal ve ailevi faaliyet, her düşünsel çaba ve hatta bu hedefe yönelik her nefes alış-verişi ve her kalp atışı da bir ibadettir.

Dava adamı bu kulluk ve ibadet anlayışı gereği, kıldığı namazın, okuduğu Kur’ân’ın, örttüğü tesettürün, bıraktığı sakalın siyasetine, kanunlarına, hukukuna, ticaretine, aile hayatına da etki etmesini ister.

Çünkü o bilir ki, okuduğu Kur’ân siyasete, kanunlara, hukuka etki etmiyorsa, kıldığı namaz onu haksızlıktan, adaletsizlikten, rüşvetten ve torpilden alıkoymuyorsa, örttüğü tesettür onu gösterişten, lüksten, israftan, gıybetten ve ahlaksızlıktan alıkoymuyorsa, bıraktığı sakal onu daha ahlaklı daha adil ve daha merhametli yapmıyorsa onun ibadetleri, sadece camilere, seccadelere ve rahlelere hapsolmuş demektir.

İşte ahir zamanda dava adamlığı iddiasında bulunanlar ancak bu bilinçle, heyecanla ve ruhla ayakta kalabilirler

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul