GİRİŞ
Allahu Teala, mü’minlerin değişmez, ortak kabul etmez, eksiltilip artırılamaz ve vazgeçilmez hayat programı olan Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat/56)
Demek ki Allah bize “yaratılış”ta “kulluk” vazifesi yüklemiş; Allah’a kulluk için yaratılmışız. Ancak “kulluk vazifesi” bize zorla yüklenmemiş; biz o vazifeyi kendi isteğimizle yüklenmişiz. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“Doğrusu biz emaneti (emir ve yasakları) yerine getirme sorumluluğunu göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de (onlar) bunu yüklenmekten kaçındılar ve on(un getireceği sorumluluk)tan korktular da onu insan yüklendi. (Eğer bunun gereğini yapmaktan kaçınırsa) cidden o çok zalim, çok cahil (demek)tir.” (Ahzab/72)
Yani durum şu: Allah’a kulluk için yaratıldık ve bu “kulluk vazifesi’ni biz kendi irademizle üzerimize aldık. O halde vazifeyi hakkıyla eda etmemiz gerekiyor. Peki, kulluk vazifesini eda etmenin yolu ve yordamı, biçimi ve motodu ne? Nasıl bir kimliğe ve kişiliğe bürünerek kulluk vazifesini eda edeceğiz? Buna dair de Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben, dini yalnız Allah’a halis kılarak (ihlasla) O’na kulluk etmemle emredildim. Ve (yine) müslümanların ilki olmam emredildi.” (Zümer/11-12)
İşte yol da, yordam da, yaşama biçimi de bu... Müslüman olarak, sadece Allah’ın dini olan İslam’ı ihlas ile yaşamak... Hatta Müslümanların ilki olmaya, herkesten önce Müslüman olmaya, hiç kimse Müslüman olmasa bile, tek başına kalsan da Müslüman olmaya gayret etmek suretiyle Müslüman olmak... Ne zamana kadar? Tabiî ki ölene kadar... Nitekem Allahu Teala buyuruyor ki:
“Ey iman edenler! Allah’ın emrine uygun yaşayın, aykırılıktan sakının ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran/102)
Yani insan, kendi ahir zamanına kadar üslüman olarak yaşamak ve kendi ahir zamanı olan ölüm vakti gelince de Müslüman olarak ölmek üzere kendini programlar. İşin özü ve esası bu. Madem durum bu, o halde konu başlığımız daha bir anlam kazanıyor; “ahir zamanda Müslüman kalmak” ne demektir, buna bakmamız gerekiyor. Bu noktada şu iki ana sualin cevabını bulmak çok önemli:
• “Ahir zaman” nedir?
• Müslüman olmak ve Müslüman kalmak için hangi asgari şartlar gereklidir?
“AHİR ZAMAN” KAVRAMI
Ahir zaman kavramı, genel olarak “kâinatın sonu” ya da daha özel anlamıyla “dünyanın, insanlığın sonu” gelmeden hemen önceki, bu “son”a ”sonlanma”ya dair birtakım işaretlerin, belirtilerin görüldüğü zaman dilimi anlamında kullanılıyor. Hemen hemen tüm dinlerde bir “ahir zaman” algısı var. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İslam peygamberi olarak gelmesiyle başlayıp, kıyamete kadar devam edecek döneme “ahir zaman” diyenlerin olduğunu biliyoruz. Ancak bu kesin bilgi değil. Çünkü dünyanın veya insanlığın ne zaman sona ereceği, kıyametin ne zaman kopacağı, bu sürecin ne zaman başlayacağı ve ne kadar süreceği bilinmiyor. Bu bilinmediği için de “ahir zaman”a dair bir zaman diliminin başlangıcının ne olduğunu söylemek mümkün değil. Nitekim Allahu Teala, Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:
“(Ey Resûlüm!) Sana; ‘onun gelip çatması ne zaman’ diye, (kıyamet) saat(in)den soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin yanındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O (kıyamet vakti), göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ancak ansızın gelecektir....” (A’raf/187)
Ancak yine de, Müslümanların tek örneği, önderi, rol modeli ve rehberi olan Rasulullah Hz. Muhammed (s.a.v.) son nebi ve rasul, Kur’an-ı Kerim ise son kitap olduğu için, Ümmet-i Muhammed’in yaşadığı dönemi, yani Rasulullah’tan itibaren kıyamete kadar yaşanan, yaşanacak olan dönemi “ahir zaman” olarak kabul etmekte, mahiyet olarak bir sakınca yok. Bu bakımdan, her Müslümanın, içinde yaşadığı zaman dilimini “ahir zaman” olarak kabul ederek hayatını ona göre yaşaması, Allahu Teala’ya kulluk borcunu eda etmesi bakımından isabetli ve kendi hayrına olacaktır.
“İnsanlığın kıyameti”nin ne zaman kopacağını bilemiyor olsak da, kıyametin her an kopacağını düşünerek hayatımızı düzenlemek ve yaşamak kulluk borcudur. Her insanın kıyameti kendi ölümüdür ve aslında her insan, Allahu Teala’nın tekliflerine muhatap olduğu âkil ve bâliğ anından itibaren, ölüm canına değinceye kadar “kendi ahir zamanı”nda yaşıyor demektir. Çünkü ölüm ansızın gelecektir (En’am/44) ve geldiğinde de ertelenmeyecek (Nuh/4), muhakkak herkes ölümü tadacak (Âl-i İmran/185), her insanın canı alınarek ebedi aleme intikal edecektir.
Yani anliyoruz ki; her Müslüman, kendi ölümünden önce, hayatını “âhir zaman”da yaşıyor bilinciyle yaşamalı ve Allah’a, sadece Allah’a, Allah’ın istediği gibi kulluk yapmalıdır. İşte bu noktada, konu başlığımızın ikinci bölümü devreye giriyor: “Müslüman kalmak” ne anlama geliyor, mahiyeti ve niteliği nedir? Şimdi de buna bakalım.
MÜSLÜMAN OLMAK VE MÜSLÜMAN KALMAK
Dedik ya insan, kendi hayatını ahir zamanda olduğu bilinciyle yaşamalı ve ruhunu iman üzere teslim etmeli. Ancak bu nasıl olacak? Asıl soru ve sorun, işte bu. Öyle ya, Allahu Teala buyuruyor ki:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın....” (Haşr/18)
Demek ki asıl konumuz, asıl problemimiz “yarına ne hazırladığımız”dır ve burada sözü edilen “yarın”, ahir zamanımızını hemen sonrasıdır, ahiret hayatıdır. Ahirete ne hazırlıyoruz, ahir zamanımızda, ahiret için neyi hazır ediyoruz? Ya da Allah’a kulluk borcumuzu eda etmek için nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Bu soru Müslümanın esas sorusu ve ana sorunudur.
Buna cevap olarak pek çok şey söylenebilir. Ancak ben burada birkaç husus üzerinde durarak, “kulluk binası”nın oturması gereken temelde asgari düzeyde nelerin bulunması gerektiğine işaret edeceğim. Bu kapsamda, ahir zamanda Müslüman olmak ve Müslüman kalmak için gerekli asgari şartları şu şekilde özetliyorum:
• Kelime-i Tevhid’e şehadet etmek,
• Salih amel üzere olmak,
• Toptan Allah’ın ipine sarılarak parçalanıp ayrılmamak,
• Hakka batılı karıştırmamak,
• Duyarlılık noktalarını kaybetmemek.
Şimdi kısaca Müslümanın hayatına üzereni bina edeceği bu 5 ana unsuru/kolonu izah edeyim.
Kelime-i Tevhid’e şâhid olmayan bir kimse mü’min ve müslim değildir. Kelime-i Tevhid; “Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Rasulullah.” Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Bu kelimeye şehadet etmek ise şu anlama geliyor:
Buradaki “İlâh” kavramı; kendisine itaat edilen, sığınılan ve râzı edilmeye çalışılan varlık demek. Buna göre şehâdet kelimesinin ilk cümlesini tekrar edelim: “Şâhidlik ederim ki Allah’tan başka ilâh, (yani mutlak olarak itaat edilecek, sığınılacak ve râzı edilecek varlık) yoktur.” Bu, Allah’tan başkasına kayıtsız şartsız itaat etmemeyi ve sadece Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak yaşamayı gerektirir. O halde kelime-i şehâdet getiren, şunu ilan etmiş oluyor: “Ey insanlar! Artık ben Allah’tan başkasına kulluk ve itaat etmeyeceğim. Allah’tan başkasının hükümlerini ve kanunlarını benimsemeyeceğim. Bilerek ve isteyerek Allah’tan başkanının hükümlerine göre yaşamayacağım. Hayatımı Allah’ın hükümlerine uygun olarak, Allah’ın hudutları dahilinde yaşayacağım. Buna şâhidlik ediyorum. Siz de benim hayatımda Allah’tan başkasına ait kuralların olmadığını göreceksiniz.”
İkinci cümleye gelince... “Ve yine şâhidlik ederim ki, Hz. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.” Elçi; bir şeyi birinden alıp bir başkasına götüren kimsedir. Peygamberler Allah ile insanlar arasında elçidirler. Allah’tan aldıklarını insanlara iletirler. Ama nasıl yaşanacağına örneklik ve önderlik ederek iletirler. Allah’a giden, Allah’ın râzı olduğu yolu en iyi peygamberler bilir. Öyleyse Allah’a gitmek ve Allah’ı râzı etmek isteyenin yapacağı şey, kendisine gelen peygamberi örnek ve önder kabul edinmek, onun gibi inanıp, onun gibi yaşamaktır. İşte “Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şâhidlik ederim” diyen, gerçekte şunu söylemiş oluyor: “Ey insanlar! Benim için, beni Allah’a götürecek tek önder, tek lider, örnek alınması gereken tek rehber, hayatım için tek rol model Hz. Muhammed’dir. Ben Allah’a itaat ederken O’nun kulu ve elçisi olan Muhammed (s.a.v.) gibi itaat edeceğim. Hayatımı Allah’ın istediği gibi yaşarken, Hz. Muhammed gibi yaşayacağım. O benim için tek rehberdir, tek önderdir, tek rol modeldir.”
İşte Kelime-i Tevhid’e şehadet etmek, özetle bu. Her Müslüman, kendi ahir zamanında Müslüman olabilmesi ve Müslüman kalabilmesi için, Kelime-i Tevhid’e bu anlamda şehadet etmeli.
Kelime-i Tevhid’e şahid olmak yetmez elbette. Bu imanını “salih amel” ile göstermesi gerekiyor. Tamam, İslam’a giriş için “sahih iman” yetiyor, ama İslam’da kalmak için o imanı “salih amel” ile pratize etmek, “hayatın yaşanılır biçimi” kılmak gerekiyor. Allah’ın hükümlerini, Allah’ın hudutları dahilinde, Allah’ın Rasulü’nün örnekliğine uygun olarak ve Allah’ın Kitab’ında nasıl emrediliyorsa o şekilde “yaşamak”, hayata aktarmak, teoride bırakmayıp pratize etmek lazım geliyor. Yani hayatı “Allah’ın rızasına uygun olarak” yaşamak icap ediyor. Bu yüzden salih amel olmadan, Müslüman kalmak sadece bir iddiadan ibaret olacaktır.
Salih amel, Müslüman olmak ve İslam’da kalmak için gereken ana kolonlardan biri. İslam’ın taşıyıcı kolonlarından... Ahir zamanda Allah’ın gazabını getiren bir hale girerek hüsrana uğrayanlardan olmamak için muhakkak taşınması gereken bir kimlik ve kişilik, bir hayat ve yaşama biçimi. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“Asra yemin olsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak, iman edip, salih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr/1-3)
Kur’an-ı Kerim’de, “sahih iman”dan sonra “salih amel”in zikredildiği pek çok âyet var. Sahih iman ile salih amel ard arda zikrediliyor. Bu çok önemli bir ilahi işaret. Bunun gereği, şehadet edilen tevhid kelimesinin hayatın pratiğine aktarılmasıdır. Keleme-i Tevhid’e şehadet eden insan, bu şehadetini ancak salih amel ile gösterebilir ve ispatlayabilir. Yoksa şehadet, bir iddiadan öteye geçmez. İslam’ı vicdanlardan çıkarıp hayata amir kılmanın yolu ve biçimi, işte salih ameldir. O yüzden Müslüman, Allah’a imanını, salih amel biçiminde kulluk ederek göstermek; hayatını Allah’ın hudutları dahilinde, Allah’ın hükümleri gereğince, Allah’ın helal-haramlarına riayet ederek; ama bunu ihlas ile, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yaparak; riya ve ucûbdan korunup sakınarak ispat etmek zorunda. Bu borcu eda ederse, Allah ona çok büyük bir mükâfaat verecektir. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“İman eden ve salih amel işleyen mü’minleri müjdele ki, altından nehirler akan cennetler onlarındır.” (Bakara/25)
Ahir zamanda Müslüman kalmak için gerekli ana kriterlerden biri de “toptan Allah’ın ipine sarılarak parçalanıp ayrılmamak”tır. Nitekim Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Hepiniz toptan Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın, (onu hayata hâkim kılın, ihtilaf ve tefrikaya düşüp fert fert, grup grup) parçalanıp ayrılmayın....” (Âl-i İmran/103)
Parçalanıp ayrılmışsak eğer, birlik ve beraberliği de yeniden sağlamak zorundayız. Bunu da ancak toptan “Allah’ın ipi”ne sarılarak yapabiliriz. Ahir zamandaki Müslümanlar, paramparça ve birbirlerinden ayrı duramazlar. Böyle bir Müslüman tipi yok. Çünkü İslam’ın vicdanlara değil hayata amir olması gerekiyor ve hayata amir olabilmesi için, Müslümanların birlik ve beraberliklerinin sağlanması lazım.
Sürekli kullandığımız bir söz var: “Küfür tek millet.” Gerçekten de İslam’a ve Müslümanlara karşı küfür tek millet. Hangi ırktan olursa olsun, hangi ideolojiyi benimserse benimsesin, hangi rejimle yönetilirse yönetilsin, hangi devlet türüne sahip olursa olsun, hangi coğrafyada yaşıyorsa yaşasın; İslam ve Müslümanlar karşısında gerçekten de küfür, tek millet halinde duruyor. İslam’ı yeryüzünden silmek için, Müslümanları İslam’dan uzaklaştırmak için, İslam’ı deforme ederek veya reform ile bozmak için, küfür milleti, elinden gelen her şeyi yapıyor.
Peki, ya Müslümanlar kaç millet?.. İslam ırkçılığı yasakladı, ancak yeryüzünde ne kadar ırk varsa, Müslümanlar o kadar millete bölündü. İslam kabileciliği yasakladı, ancak ne kadar kabile, kılan, sülale varsa, Müslümanlar o kadar millete bölündü. İslam fırka fırka ayrılmayı yasakladı, ancak Müslümanlar ne kadar çalışma grubu varsa, o kadar millete bölündü. İslam cemaat olmayı emredip ferdiyetçiliği de yasakladı, ancak Müslümanlar, ne kadar kafa sayısı varsa, o kadar millete bölündü. Demek ki bizde bir sorun var. Demek ki, İslam davasını yürütme hususunda ciddi bir stratejik hata yapıyoruz. Bu hatamızın adı, birlik ve beraberliği bozmak... Grup gurup ayrılarak paramparça olmak...
“İslam’ın egemenliği” ve “Allah’ın yasalarının hükümranlığı” için “Müslümanların birlik ve beraberliği”nin sağlanması gerektiği hususunda ihtilaf yok. Ancak bu kadar kesin bir ittifak konusu, “ihtilaf ve iftirak”a dönüştürülmüş. “Ümmet birliği”nin lüzumunda hiç kimsenin ihtilafı yok da, müslümanlar arasında, hakkında ittifak olan bu husus kadar ihtilaf ve iftirak konusu da yok!
Evvela, “Müslüman fertler arası birlik” yok. Niçin yok? Çünkü her Müslüman, diğer Müslümanı kendisinin aynı gibi görmek istiyor. “Bizim tıpkımızın aynı Müslümanlar olsun da biz onlarla bir arada olalım” anlayışı herkeste olunca, kimse kimseyle birlik olamıyor. Oysa Müslüman fertler arası birlik için tek bir şart yeterli olmalı: “Aynı helaller ve haramlar üzerinde ittifak etmek...” Kur’an’ı en iyi yaşayan insan, Rasulullah’tır, değil mi? O halde başka Müslümanları kendimizin kopyası yapmak yerine, her birimiz Rasulullah’ın kopyası olabilsek, sorun kalmayacak.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Müslümanların ihtilaf/tefrika içinde olmaları, vahdeti gerçekleştirmemeleri kimlerin işine yarıyor? Tefrika İslam’ı mı hayata hakim kılıyor, yoksa küfrün, tağutun egemenliğini mi güçlendiriyor?
İçimizdeki “az olsun benim olsun” bencilliğinden, “baş olayım, ben olayım” şeklindeki zihniyet bozukluğundan kurtulmalıyız artık. Çünkü, Şeriat’a aykırı olan tefrika içindeyken Şeriat’a talip olduğunu, farz olan İslam kardeşliğini terk edip de İslam’ın farzlarını hayata egemen kılacağını iddia edenin, samimiyetine güvenilmez. Şimdi, kendi gruplarının başında bulunan, ama Müslümanların vahdeti sağlandığında konumlarını kaybetmekten endişe ettiği için birlik ve beraberliğe yaklaşmayan, bir araya gelmek için yüzlerce gerekçe ve ortak nokta varken, bugün için öncelikli olmaması gereken farklılıklarla ayrılığı sürdürenler, kendi nefislerine şunu sorsunlar: “İslam hakim olacaksa, sen lider olmasan ne olur? İslam hakim olmadıktan sonra, sen lider olsan ne olur?”
Bizim en büyük stratejik hatalarımızdan biri, Müslümanların vahdetini, herkesin aynı çatı altında, aynı düşünce, aynı yorum, aynı yaklaşım tarzı halinde birleşmesi olarak görmemiz. Oysa Müslümanlar arasındaki tüm farklıkların birbirini tamamlamasını sağlayarak, bir ümmet binasını kuracak kabiliyete, vasfa, özelliğe ulaşmayı esas almak gerekir. Yani tüm farklı çalışmaların “işbirliği içinde, tek bir plânın farklı alanlarını ve etaplarını yapması” gibi bir birliktelik...
Çünkü vahdet demek, “birlik olmak, birlikte hareket etmek” demek. Vahdet, her şeyi aynı biçimde düşünmek, aynı şekilde yapmak, yüzde yüz uyumlaşmak, çeşitli mezhep, grup, tarikat vb. bağlılarının kendi inançlarından el çekmeleri olarak görülmemeli. Her bireyin ve her topluluğun Ümmet birliğini teşkil eden ana yapı içinde bütünlüğü sağlayacak rolünü oynaması, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi yeterli görülmeli. En azından ilk etap bu olmalı.
Burada esas amaç, Müslümanların ortak düşmana karşı uzlaşma ve gönül birliği içinde olmalarını sağlamak olmalı. “Gönül birlikteliği...” Başlangıç için sadece bu kadar... Bunun için hatasız olmaya gerek yok. Yanlışsız olmak şart değil. Müslümanlar, aralarında kavga da edebilirler, uyumsuzluk da yaşayabilirler, hata da edebilirler. Ama önemli olan, esas davanın, İslam davasının başarıya ulaştırılabilmesi için, birbirlerinin hatalarını değil, ama birbirlerini hatalarıyla birlikte kabul etmeleridir. Bir vücudun azaları, hücreleri oldukları bilinciyle, hücre olarak kendilerine düşen rolü oynamalarıdır. O halde “metodolojik birliktelik” sağlamaya çalışmamak lazım. Asıl yapılması gereken, “stratejik birliktelik”tir çünkü. “Asgari müşterekler” bulunduğunda, vahdet için zemin oluşmuş demektir; detay için zorlamaya hiç gerek yok. Çünkü detaya indikçe ihtilaf konuları artar. Önemli olan, aynı esaslar üzerinde “gönül birlikteliği”ni sağlayabilmeleridir; bu yeterlidir.
İman ve küfür arasına bir çizgi çizdiğimizde, “çizginin İslam tarafı”nda yer alan, ya da bazı nitelikler bakımından, -bize göre- dışarıda kalsa da, “duruş itibariyle kendini İslam tarafına izafe eden” herkesle ve her kesimle, ne kadar farklı düşünürlerse düşünsünler, ne kadar yanlış görüşlere ve amellere sahip olurlarsa olsunlar, bütün “farklılıklara ve hatalara rağmen” birlik içinde olmanın bir yolunu bulmalıyız. Çünkü Allah, Ehl-i Kitap ile bile aramızda “ortak bir kelime”den söz ediyorsa, “Müslümanlar arasında kaç tane ortak kelime var”, bir düşünün. Ehl-i Kitab ile Müslümanları ortak bir noktada buluşturacak bir kelime var da, farklı gruplara mensup Müslümanları bir noktada buluşturacak kelimeler yok mu? Elbette var. Yeter ki buluşmak istensin!.. Ortak noktaları esas alıp birlik olarak anlaşmazlık noktalarını zaman içinde izale edeceğimize, farklılıkları esas alıp ayrı kalmaya çalışmak, Müslümanca olmaz.
O halde, kim kiminle hangi hususlarda ortak düşünüyorsa, işte o hususlarda mutlaka birlikte hareket etsin. İşin sırrı burada. Eğer ortak noktalarda birlikte hareket edilir de farklılıkları konuşmak ertelenirse, anlaşmazlık noktaları zaman içinde giderilecektir. Ortak noktalarda birlik sağlamak yerine farklılıkları esas alıp ayrı kalmaya çalışırsak, aramızdaki mesafeler artar. Belki sayıca çoğalırız, ama amip gibi bölünerek çoğalırız.
Unutmayalım ki, birlik/vahdet için tüm ihtilafların giderilmesini beklemek doğru değil. Varsın aramızda yüzlerce ihtilaf olsun. Önemli olan, ihtilaflar üzerinden ayrılığı pekiştirmek değil, ittifaklar üzerinden birliği güçlendirmektir. Kim kiminle hangi hususta ittifak edebiliyorsa, o hususta birlikte hareket etsinler. Zamanla ihtilaf noktalarının giderilerek ittifaka döndüğünü göreceksiniz. Mesela, “A şahsı/grubu” ile “B şahsı/grubu” arasında 100 adet ilişki türü olsun. Bunların 99’unda ihtilaf, 1’inde ittifak ediyor olsunlar. Bunlar, 99 ihtilaf konusunu konuşmayıp 1 ittifak konusunda birlikte hareket etsinler. Zaman içinde birbirleriyle uyumlaşacak, ihtilaf noktaları teker teker ittifaka doğru dönecektir. Çünkü zaman içinde birbirlerini tanıyacaklar, tanıdıkça aralarındaki güven artacak, muhabbet gelişecek ve birbirlerine olan ikazları ve nasihatları etki eder, kabul edilebilir olacak.
Müslümanlar birbirine kavga etme hakkı da vermeli. Aramızda yine kavga edelim, yine birbirimize kızalım; ama bir ümmet vücudunun hücreleri olduğumuzu ve vücudu terk ettiğimizde hem kendi hayatiyetimizi, hem de vücudun hayatiyetini tehlikeye attığımızı bilelim. Ortak düşmana karşı, ortak hedefe doğru birlikte yürümek zorunda olduğumuzun şuurunda olalım. Elbette hataları kabul edecek değiliz. Hatalı davranana kızma veya eleştirme hakkımız saklıdır. Ancak bu, “ipleri koparma” noktasına vardırılmamalı, “çizginin İslam tarafı”nda olan herkesle bir şekilde “birlik olmanın çareleri”ni aramalıyız.
Ahir zamanda Müslüman kalabilmek için gerekli olan en önemli ana kolonlardan biri de “hakka batılı karıştırmamak”tır. Hak, sadece ve sadece Allah’tan gelendir. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“Hak, Rabbindendir. O halde sakın şüphecilerden olma.” (Bakara/147)
Allah’tan gelen o hak, İslam’dır. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“Şüphe yok ki Allah katında (hak) din İslâm’dır.” (Âl-i İmran/19)
İşte Allah’tan gelen hak İslam ise, bu İslam’ın yanına, önüne, arkasına, sağına, soluna, içine, dışına başka bir inancı, sistemi, yaşama biçimini, hayat programını, ideolojiyi vs. koymamak, katmamak, yaklaştırmamak, karıştırmamak gerekir. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara/42)
Eğer hakka batıl karıştırılırsa, hakkı batıla dönüştürmüş olursunuz ve o batıl, asla Allah tarafından razı olunmaz. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
“Kim artık İslâm’dan başka bir din arar (onları önemser)se asla ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran/85)
Demek ki insan, kendi ahir zamanında Müslüman kalabilmek için, hak olan İslam’a batılı karıştırmayacak, batıl hayat biçimini hak hayat biçimine tercih etmeyecek. Ancak maalesef yaşanan Müslümanlık, Allah’ın emrettiği Müslümanlık değil.
Ahir zamanda Müslüman olarak kalmak için gerekli bir olmazsa olmaz nitelik ise “duyarlılık noktalarını kaybetmemek”tir. Bugün büyük ölçüde kaybedilen veya mahiyeti bozulan bu duyarlılık noktalarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Bizi “biz” yapan, insan olarak varlığımıza anlam kazandıran, başka insanlar arasında bize özgü niteliklerimizi ve insani vasıflarımızı ifade eden temel ahlaki değerleri taşımak ve bunlara sahip çıkmak. Dürüst olmak; sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmamak. Hatalarda ısrarlı olmamak. Yanlışlara devam etmemek. Emin insan olmak; insanların elinden ve dilinden emin olması, güven duyması, dostluğundan da düşmanlığından da emin olması. Asla yalan söylememek. Sözünün eri olmak. Düşmanlığında bile haktan, adaletten ve insani kurallardan ayrılmamak. Saygılı ve saygın olmak. Vakur ve ilkeli duruşla herkesin saygısını kazanmak. Çalışkan olmak. Asalak bir tüketici olmamak. Hayata değer katan faydalı ve üretken biri olmak. Malayaniden uzak durmak. Boş işleri terketmek. Herkesin kendi işini yapması; üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmaması. Tecrübe birikimi olanlardan istifade ederek hakkında bilgi ve tecrübe sahibi olmadığı işlere el atmamak. Neyi, ne zaman, nasıl yapacağını bilenlerden olmak. Yardımsever olmak; ihtiyacı olana mümkün olan en gerekli düzeyde yardımcı olmak. İşlerini yardımlaşma ile, takım çalışması tarzında yapmayı şiar edinmek. Enerjisini başkalarının enerjisiyle birleştirerek sinerji oluşturmak ve toplumsal verimi artırmak. Sosyal bağları güçlendirmek. Beyin gücünü kullanmak. Beyin gücünü tanıma, geliştirme ve verimli kullanma konusunda hassas ve tavizsiz olmak. Düşünen beyinleri organize etmek. Beynini başka beyinlerin kontrol ve denetimine vermemek. Akıl nimetinin hakkını verip akletmeyi ihmal etmemek. Düşünen beyinler olarak, devamlı surette kendi sorumluluklarını bilen ve analiz eden, sorunlara faydalı zeminde çözüm üreten zihni faaliyetleri yapmak. Nankör olmamak. Nefsinin ve hırslarının esiri olmamak. Nimete şükretmeyi, faydası dokunana teşekkür etmeyi, verene vermeyi bilmek. Özgüven sahibi olmak. Pasif, edilgen, yılgın, korkak, çekingen, pısırık, sinmiş, ezgin, bitkin vs. olmamak. Kendine güvenmek. Kendi kendine yeterli olmayı bilmek. Tek başına bir ümmet olabilmek. Fikir/düşünce sahibi olmak. Özgür beyinli, hür fikirli olarak düşünce üretmek. Başka düşünceleri tanıma, koruma, kollama, geliştirme anlayışına sahip olmak. Fikri dağınıklıktan kurtulup fikri birliği sağlamak. Adalet üzere olmak. Asla hakkaniyeti elden asla bırakmamak, adaleti mülk’ün/iktidar’ın temeli saymak. Vahdeti sağlamak; Müslümanların birlik ve beraberliğini gerçekleştirmek. Müslüman kardeşlerini anlamada önyargısız olmak. Fütüvvet şuuruna ermek. İbadetlerde ve kulluğun her alanında ihlaslı ve samimi olmak. Riyadan ve ucûbdan kaçınarak Allah rızasını ve onayını esas almak. İyiliği emredip kötülükten sakındırmakla meşgul olmak. Anlık plânlarla vaktini heba etmemek. Uzun vadeli plân ve programlarla geleceği inşâ etmek. Kalbi Allah’ı zikirle meşgul; uzuvları Allah’ın hükümlerini yaşamakla memur olmak. Ef’âl-i mükellefîni öğrenip hayatı ilahi hükümlere göre düzenlemek ve yaşamak. Ya hayır söylemek ya da susmak. Sözünden, özünden, dilinden, elinden, halinden, işinden, gidişinden şerri silip hayrı takip emek. Tek düsturu Kur’an-ı Kerim olmak. Kur’an’ı hayat programı edinerek, o programın tatbikatını da Rasulullah’ın hayatına bakarak belirlemek.
SONUÇ
Her Müslümanın, kendi ömrünü kendisi için “ahir zaman” olarak kabul etmesi ve ahir zamanında Müslüman kalabilmek için de hayatını asgari düzeyde, yukarıda kısaca izah ettiğim bu beş ana kolon üzerine bina etmesi lazım:
• Kelime-i Tevhid’e şehadet etmek,
• Salih amel üzere olmak,
• Toptan Allah’ın ipine sarılarak parçalanıp ayrılmamak,
• Hakka batılı karıştırmamak,
• Duyarlılık noktalarını kaybetmemek.
Bilelim ki nasıl yaşarsak öyle öleceğiz ve nasıl ölürsek de Allah bizim ebedi alemdeki yerimizi ona göre belirleyecek.