Kelime anlamı: Revh kökünden isim olan rûh; Nazzâm, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Gazzâlî, Râgıb el-İsfahânî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi İslâm alimleri tarafından; “Ana rahmindeki teşekkül esnasında melek tarafından insanın bedenine üflenen ve ölümü anında da bedenden çıkarılan idrak edici ve bilici hakikat” olarak tanımlanmıştır. İnsan ruhu ile; canlılık, bilinç, akıl, idrak, irade gibi niteliklere sahip bir öz kastedilir. İnsanlarla hayvanlar arasındaki temel fark ruh çeşidi farkılı olduğu gibi Elmalılı’ya göre insanlar arasındaki fark da ruhi mertebe farkıdır. O, Peygamberlerin gayb âlemiyle irtibatını yüksek ruh mertebelerine bağlıyor (Elmalılı, I, 408-410).
Kur’an ve Hadislerde Ruh: Kur’ân-ı Kerîm’de ruh kelimesi yalın halde ve terkipleriyle birlikte 21 yerde geçer. İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da geçen ruh kelimelerinin sekiz ayrı mânaya geldiğini belirtir. (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 322-324) Bu ayetlerden insanın yaratılışından söz eden bazılarına göre Allah, Âdem’i önce çamur halindeki topraktan şekillendirmiş, ardından ona “ruh”undan üflemiştir. (Hicr 15/28-30; Sâd 38/71-72) Âdem’in soyunu ise önce bir spermden yaratmış, daha sonra ana rahmindeki cenine ruhundan üflemek suretiyle onu insan haline getirmiştir. (Secde 32/7-9)
Allah’ın Hz. Adem’in bedenine yahut ana rahmindeki cenine kendi ruhundan üflemesi müfessirlerce çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Meryeme gönderilen Cibrîl’den “ruhumuz” diye söz edilmesi ve “Meryem’e ruhumuzdan üfledik” beyanını (Meryem, 19/17-19; Enbiyâ, 21/91) dikkate alan âlimler Allah’ın “ruhum” veya “ruhumuz” tabirleriyle Cibrîl’i, “üfledim/üfledik” tabirleriyle de onun vasıtasıyla insanda ruh yaratmayı kasdettiğini; yoksa ruhun Allah’ın zâtı veya zâtından bir parça olmasının söz konusu olamayacağını belirtmişlerdir. Kelimenin sadece “er-rûh” şeklinin geçtiği âyetlerle ise (Meâric, 70/4. Nebe, 78/38. Kadr, 97/4) Cibrîl kastedilmiştir. Netice olarak Allah’ın insana ruh üflemesi onda bir ruh yaratıp varlıkları algılama ve bilme gücü vermesidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ġayb, XXII, 65)
Mâtürîdî, bedenle ona üflenen ruhun ilişkisini bir kabın içine üflenen nefesin kabın her tarafına nüfuz edip yayılmasına benzetir (Teʾvîlâtü Ehli’s-sünne, V, 231, 312)
Çeşitli hadislerde bazan ruh ve nefis kelimeleri çok zaman aynı anlamda kullanılır. (meselâ Muvaṭṭa, Cenâʾiz, 49, Ebû Dâvûd, Sünnet, 16, Nesâî, Cenâʾiz, 117) Ancak nefis kelimesi insanın ruh ve beden bütünlüğünü ifade ettiği halde ruh tarifinde beden hariçte tutulur.
Ruh ve beden ilişkisi, ruhun bedenden ayrı bir varlık mı yoksa bedenin bir tezahürümü olduğu gibi hususlar çeşitli kelam tartışmalarına konu olmuştur. Bazı hadislere göre ana rahmindeki cenin 120 günlük olunca bir melek tarafından kendisine ruh üflenir; ölüm anında da meleklerce ruh bedeninden alınır. (Müsned, II, 323, 398, Buhârî, Bedʾü’l-halk, 6, Enbiyâ, 50, Müslim, Ḳader, 1) Bu hadislere göre ruhun bedenden ayrı ve müstakil bir varlığı olduğu, ölüm esnasında bedenden ayrıldığı ortaya çıkıyor. İlgili hadislerden ruhun bedensiz olarak da müdrik olduğu anlaşılmaktadır. Ruhun kabzedilme esnasında ahiretteki makamını gördüğünü, müminlere ait ruhların semaya yükseltildiği ve açılan gök kapılarından geçirilerek ilâhî rahmet ve cennetle müjdelendiği; buna mukabil kabzedilen kâfir ruhlarına gök kapılarının açılmayıp kabirlerine iade edildiğini belirten hadisler bu bedensiz idrakin delilleridir. (Müsned, VI, 140, Müslim, Cenâʾiz, 73, Tevbe, 46, İbn Mâce, Zühd, 30-31, Taberî, VIII, 176) Keza Resûl-i Ekrem’in, Bedir Gazvesi’nde katledilen müşriklere ve şehit olan müminlere bir canlıya hitap eder gibi hitap etmesi ruhların bedensiz olarak da müdrik oluşunu göstermektedir. (Müsned, III, 455, VI, 424-425, Buhârî, Meġāzî, 9, 28; Cihâd ve’s-siyer, 6, 14, 19, 21, 22; İbn Mâce, Cihâd, 24, İbnü’l-Esîr, I, 90, 328-329, 361; IV, 249, V, 180, Bedreddin el-Aynî, XIV, 112)
Diğer İnançlarda Ruh İnancı:
Hemen hemen bütün eski inançların tamamında insanın ölümlü bir bedenle ölümsüz bir ruhtan meydana geldiği fikri mevcuttu. Sözgelimi eski Mısırlılar, ruhu bedenin ölümünden sonra serbestçe hareket eden, bedenden bağımsız, fakat duygusal olarak ona bağımlı bir varlık olarak düşünmekte idiler. Eski Sümer, Akad ve Bâbil metinlerinden hiçbiri ruhtan doğrudan bahsetmemiş olmasına rağmen bu halklarda da insanın ölümden sonra devam eden bir varlığa sahip olduğu inancı mevcuttu. İlkçağ Grek felsefesinde ruh karşılığında kullanılan pneuma kelimesi “soluk almak, rüzgâr esmek ve koku yaymak” anlamlarıyla daha çok biyolojik canlılığı ifade etmektedir. Ancak Eflâtun’un ruhu bedenden bağımsız bir cevher olarak nitelediği görülür. Bedenden önce mevcut olan ferdî ruh bedenle ilişki kurarak onu yönetmekte, bedenin ölümünden sonra da ferdî varlığını sürdürmektedir. Daha maddeci bir anlayışa sahip olan Aristo’da ise ferdî ruh bedenle başlar ve beden olmadan ne var olabilir ne de işlevini yerine getirebilir. Yeni Eflâtuncu filozof Plotins ise ruhu aklın (nous) bir ürünü ve kopyası olarak niteler.
Yahudi geleneğindeki hayli belirsiz olan ölümsüz bir ruhun varlığı fikri Hristiyanlıkta daha belirgindir. Bazı istisnalara mukabil yaygın Hıristiyan inancı, bedenden ayrı ve Tanrı ile münasebet kuran bir ruhun mevcudiyetini kabul eder. Buna karşılık batıda 18.yy.dan itibaren modern felsefenin ekseriyetle ruhu yok sayan veya bedenin bir işlevi kabul eden bir anlayışı benimsediği görülür. Julien de La Mettrie’nin L’homme machine ve bilhassa 19.yy.da Ludwig Buchner’in Kraft und Stoff (Madde ve Kuvvet) adlı eserleri ruhu bedenin bir salgısı gibi kabul eden kaba bir materyalizmin ifadesidir.
İslâmda Ruhun Varlığı ve Özellikleri: İslâm tarihinde Kelâm ekollerinin kurulmaya başlamasından itibaren ruhun varlığı ve mahiyeti konusunda zengin bir literatür teşekkül etmiştir. F. Razi’ye göre, nakli deliller dışında ruhun varlığına gösteren birçok akli delillerde vardır. Mesela çocukluktan ölüme kadar insanın bedeni sürekli değişime uğradığı halde benlik şuuru hiçbir değişikliğe uğramadan devam eder. Bu devamlılık hissi insanın bedensel varlığından farklı ve onu aşan bir varlığının daha bulunduğunu gösterir. (el-Metâlibü’l-ʿâliye, VII, 101) Keza varlıkları algılama, bilgi üretme ve Allah’a inanıp itaat etme gibi özelliklerin sadece insanda bulunması da onun diğer canlılarda olmayan fazladan bir unsura sahip olduğunu gösterir. (Mefâtîhu’l-ġayb, XXI, 14-15) Fahreddin Râzî ruhun tezahürlerini ve bedenle ilişkisini şöyle tasvir ediyor: “Nefis nûrânî, ulvî, şerefli, latif ve canlı/diri ve bedenden ayrı bir şeydir. Suyun güle, ateşin kömüre, yağın süte yayılması gibi vücudun her tarafına sirayet ederek onu harekete geçirir. Beden ve organlar bu latif cisimden gelen etkileri kabule elverişli olduğu sürece bu latif cisim onlarla kenetlenmiş bir halde bulunarak onlara hissetme, hareket etme ve irade gibi halleri kazandırır. Organlar bozulup işlevsiz hale gelince nefis bedenden ayrılır ve ruhlar âleminde yerini alır (er-Rûh)
Alimlerin çoğu ruhun varlığına inanmakla birlikte onun mahiyeti konusunda çok farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlar şöylece özetlenebilir: 1. Ruhun mahiyeti bilinemez; çünkü o rabbin emrinden bir emirdir ve gaybî bir konudur. 2. Ruh bedenin şekline bürünen ve duyularla algılanamayan madde dışı bir varlıktır. 3. Ruh soyut, kutsal ve basit bir cevher olup bedenin bütününe yayılmıştır. 4. Ruh latif, nûrânî ve semavî bir cisimdir, gül suyunun gülün maddesine yayıldığı gibi bedene yayılmıştır. Latif cisim olan ruh ile insandaki “biyolojik canlılık” anlamına gelen ruh aynı şey değildir.
İslam dünyasında az da olsa ruhun müstakil olarak varlığına inanmayan alimler de olmuştur. Bunların bir kısmına göre ruh bedenin canlı olmasını sağlayan bir arazdır. Onun yansımaları konumunda bulunan ilim, irade ve hayat gibi nitelikler bedenden bağımsız bir varlığa sahip değildir. Daha materyalist diğer bir kısım alimler göre ise insan duyularla algılanan bedenden ibaret olup onda ruh veya nefis diye anılan ayrıca bir unsur mevcut değildir. İnsan nefes almak suretiyle canlı kalan bir varlıktır, nesneleri algılayan ve bilen şey onun canlı bünyesidir.
Ruhun Yaratılmışlığı: İslâm alimleri arasındaki tartışmalardan biri de ruhun kadim yahut yaratılmış olup olmadığı hususudur. Ruhun yaratılmış olduğuna inanan ekseriyete mukabil Allah’a nisbet edilmesinden hareketle ruhun kadîm olduğunu ileri sürenler de olmuştur. (Seffârînî, II, 34-35) Diğer taraftan ruhun yaratılmış olduğuna kâni olanlar arasında da bu yaratılışın şekli ve süreci konusunda başlıca şu iki fikir ileri sürülmüştür: 1. Ruhlar bedenlerden önce topluca yaratılmış olup zamanı gelince ait oldukları bedenlere gönderilmiştir. Bezm-i elestte âdemoğullarının bedenleri henüz yaratılmamışken ruhlarının Âdem’in sırtından çıkarıldığına dair âyetin hadislerde yapılan açıklamaları bunu teyit eder. Topluca yaratılan ruhlar “madde âleminin son bulduğu yer” anlamına gelen berzahta bulunur. Rahimde yaratılan cenin, ruhun girişine elverişli hale gelince görevli melek tarafından bedene ruh üflenir.2. Ana rahminde oluşumunun belli bir aşamaya gelmesinden sonra melek tarafından cenine ruh üflenince ruh ve beden birlikte yaratılmış olur.
Ölümden Sonra Ruh: Ruhun bedenin bir arazı olduğunu ileri süren az sayıdaki kelâmcıya göre ruh ölümle birlikte tamamen yok olur. Ruhun bedenden ayrılabilen bir öz olduğunu kabul eden çoğunluğa göre ise ölüm, ruhun bedenle ilgisinin kesilmesinden ibarettir. (İbn Hazm, V, 216-217) Bundan sonra ruh meleklerce ilgili bulunduğu yere götürülür.
Ölümden sonra kabirde ruh-beden ilişkisi, sorguya çekildikten sonra azap ve nimet içinde bulunma, berzah âleminde ruhun yeri, kıyamete kadar ruhun bekası gibi konular da ruh etrafındaki diğer tartışma konularıdır. Ruhun bedenin ölümüden sonra da varlığını sürdürdüğünü kabul eden âlimler onun kabirdeki durumu hakkında şu iki farklı görüşü ileri sürmüştür: 1. Kabirde ruh bedene iade edilir. Kabirdeki nimet veya azap hem ruhen hem bedenen gerçekleşir. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere bir grup Mâtürîdiyye, Eş‘ariyye ve Selefiyye âlimi bu görüştedir. 2. Kabirdeki azap veya nimet ruhani olarak gerçekleşir. Nitekim sahih hadislerde kabirden cennete veya cehenneme bir kapının açılacağına ilişkin bilgiler mevcuttur. (Taberî, II, 39; XXIV, 72)
Ölümden itibaren kıyamete kadar geçen berzah âleminde ruhun bulunacağı yer konusunda da farklı görüşler vardır. Genel olarak ruhların kabirleri çevresinde bulunduğu ve müminlerin cennetteki, kâfirlerin de cehennemdeki yerlerini buradan gördüğü kabul edilir. (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 32, Seffârînî, II, 56-59, Âlûsî, XV, 163)
Ruhların ölümden sonraki durumuyla ilgili bir başka husus da kıyametin kopması anında ruhların yok olup olmadığı meselesidir. Her nefsin öleceği ve kıyametin kopması sırasında Allah’tan başka her şeyin helâk olacağını bildiren ayetlerden (Âl-i İmrân 3/185, el-Kasas 28/88) hareket eden Elmalılı dahil-bazı alimler ruhlar ve melekler de dahil bütün varlıkların yok olacağını, aksi takdirde Allah’tan başka bir varlığa beka nisbet edilmiş olacağını bildirmişlerdir. (Âlûsî, XV, 159, Elmalılı, I, 550-552) Ölümü nefsin yok olması değil bedenden çıkarılması olarak tarif eden alimlere göre ise kıyamette ruhların yok edilmesi gerekmez. Dolayısıyla Sura üflenmesiyle gerçekleşecek diriliş, yeniden bir araya getirilecek dünyevi bedene ruhun döndürülmesiyle gerçekleşecektir. (Taberî, VIII, 210-211, Abdülkāhir el-Bağdâdî, s. 235, Mustafa Sabri Efendi, IV, 209-210)
Sonuç olarak Kur’an’da ve hadislerde açıkca ve ayrıntılı olarak ruh ve nefis kavramlarına yer verilmiş olması ruha dair inançların İslâm dünyasına felsefi tesirlerle sonradan girdiği şeklindeki görüşleri geçersiz kılmaktadır. İbn Keysân el-Esam gibi istisnalar dışında İslâm kelamcılarının ruhun varlığını kabul ettikleri ve tartışmaların daha çok ruhun mahiyetiyle ilgili olduğu söylenebilir. Ne var ki gaybî tarafı öne çıkan bir konu olduğu için ruhun mahiyetini kesin olarak tarif etmek ve çözüme kavuşturmak mümkün değildir. Kur’an’da da insanlara bu hususta az bilgi verildiği belirtilerek bu gerçeğe işaret edilmiştir. (el-İsrâ 17/85)
Ruh Terbiyesi Ve Ahlaki Kemal
Gazzâlî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi ruhun var oluşu, kıdemi, dereceleri vs. hususlarda oldukça uzun ve ayrıntılı tarifler yapan sufiler de olmakla birlikte mutasavvıflar ekseriyetle ruhu daha ziyade kalb ve nefs terbiyesi etrafında ele almışlardır.
Sufiler, ahlaki kemale erişmesi için insanın kendi varlığını teşkil eden ruh ve bedenini iyi tanıması ve bu yapının risklerine uygun bir yol izlemesi gerektiği üzerinde durmuşlardır. Sözgelimi Reşidüddin Meybudi Keşfü’l-esrar isimli eserinde insanı teşkil eden ruh ve beden ikilisinin farklı temayüllerini onların farklı kaynaktan gelişine bağlıyor ve bu ilişkiyi kuş-kafes mecazı üzerinden tasvir ediyor.
Ruh ve beden: “Bil ki Âdem iki şeydir: Ruh ve beden, Ruh nurdandır, nur da semavi. Beden topraktandır, toprak ise yere ait. Ruh yükselmek ister çünkü semavidir. Beden aşağı inmek ister çünkü yere aittir... Ruh bedene bağlı oldu, beden de ruha. Tıpkı kuşun kafesten uçtuğu gibi ecel erişip kulun hayatının nihayete erdiği ve ölüm geldiği gün bu bağ çözülür. Ruh bedenden ayrılır ve semaya asıl yuvasına doğru yükselir. Beden de ait olduğu toprağa yönelir. (William C.Chittıck, İlahi Aşk, Çev.Ömer Saruhanlıoğlu, Kadir Filiz, Nefes Yay. 2018, 149-50)