18 Temmuz 2025 - Cuma

Şu anda buradasınız: / İSTİKAMET KRİZİNİN NETİCESİ OLARAK DÜNYEVİLEŞME SORUNU
İSTİKAMET KRİZİNİN NETİCESİ OLARAK DÜNYEVİLEŞME SORUNU

İSTİKAMET KRİZİNİN NETİCESİ OLARAK DÜNYEVİLEŞME SORUNU ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU

Bugün üzerinde durduğumuz en önemli sorunlardan biri de şüphesiz ki dünyevileşmedir. Lakin dünyevileşme sanıldığı gibi modern dönemlere has bir sorun değildir. Nitekim Rabbimiz vahyin inzal sürecinde Bakara 200. ayette dünvevileşme sorununa dikkat çekmiş ve ardından 201. ayette dünya-âhiret bütünlüğü çerçevesindeki tevhidi hayat kavrayışına işaret etmiştir.[1]

Tabiin dönemi müfessirlerinden Süddi, 200. ayet-i kerimeyle ilgili olarak "Araplar cahiliyede sadece dünyalık maslahatları için dua etmeyi âdet edinmişlerdi, çünkü âhireti bilmezlerdi" açıklamasında bulunmaktadır.[2] Bugün genelde insanların yönelim ve yaklaşımlarına baktığımızda, bu hususta da kadim cahiliye ile güncel cahiliye arasında fark bulunmadığını görürüz.

Dünyevileşmeyi kısaca, dünyayı âhiret bağlamından koparmak ve böylece mutlaklaştırmak olarak tanımlamamız mümkündür. Açıktır ki, bağlamından koparılan her şey anlamından koparılmış olmaktadır. Dünya hayatının bağlamı âhirettir. Dünya, âhiretin tarlasıdır. Rabbimiz, dünya hayatını âhiretin imtihan salonu olarak belirlemiştir. İşte dünya hayatının bu bağlamdan koparılması ve mutlaklaştırılması dünyevileşmenin başladığı noktadır.

Dünyevileşmeyi çok net tanımlayan bir ayet-i kerime var. Yunus Suresi 7. ayet:

“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olup bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar…”

Dünyevileşme işte budur: Âhireti unutup dünya hayatına râzı olmak ve onunla mutmain bulmaya çalışmak.

Belki bugün üzerinde durmamız, gündem etmemiz gereken husus, genel anlamda insanların çoğunluğunun (ekserun nas) âhiret merkezli bir hayat yerine dünya eksenli, dünya hayatıyla sınırlı bir yaşayış üzere bulunmalarından ziyade, kendisini İslam’a nispet eden insanlarda son yıllarda kendini yaygın bir şekilde göstermeye başlayan dünyevileşme sorunudur.

Kişi ve toplulukların hem kendilerini İslam’a nispet edip Âlemlerin Rabbi’nin ölçülerine ittiba iddiası üzere olmaları hem de dünyevileşme sapmasına düçar olması gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir durumdur.

Bu meseleyi anlamaya, kavramaya çalışırken konuyu salt kişiler ve dar anlamda topluluklar üzerinden teşhis etmeye çalışmanın isabetli olmadığını belirmemiz gerekir. Bir coğrafya ve toplumda yaşanan sorunlar, o coğrafyadaki egemen otorite ve işleyişle bağımsız şekilde ele alınamaz, anlaşılamaz, o şekilde doğru teşhis edilemez.

Türkçedeki “Balık baştan kokar” deyiminde de ifade edildiği gibi egemen düzenin ve yöneticilerin bir toplumun genel yönelim ve yaşayışı üzerinde doğrudan etkisi olduğu gibi, toplumdaki genel yönelime muhalif olan topluluk ve kişiler üzerinde de etki yapabilmesi söz konusu olmaktadır.

Neticede medyasıyla, okullarıyla, çarşı-pazarı, sokaklarıyla toplumu şekillendiren egemen otorite olmaktadır. Muhalif kesim ve kişiler ise, otorite ve onu temsil eden yönetici kadrolara yönelik tavırlarının netliği veya fluluğuna göre söz konusu etkiden mümkün olduğunca uzak kalmakta veya etkiye açık hale gelmektedirler.

Rabbimiz Maide 105. ayet-i kerimede biz mü’minlere hitap ederek “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yola olduğunuz sürece sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır ve O, size yapmakta olduklarınızı bildirecektir” buyurmaktadır.

Bu ayet-i kerime, Rabbimizin “emrolunduğumuz üzere dosdoğru olmamız”[3] emrine ittiba bilinç ve gayretiyle hareket ettiğimizde, saptırıcıların bizi hak istikametten saptıramayacağını bildirmektedir. Rabbimizin İblis’le ilgili “Şüphesiz ki senin, hâlis kullarım üzerinde bir gücün yoktur. Ancak sana tâbi olan azgınlar müstesna” (Hicr, 15/42) şeklindeki beyanı da bu gerçeğe işaret etmektedir.

Evet, Rabbimizin hâlis kulları, dini her yönüyle O’na has kılarak emrolunduğu gibi dosdoğru olma bilinciyle hareket eden, maslahatı ancak ve ancak Rablerinin ölçülerine ittibada bilen ve başka maslahat algı ve arayışlarına yönelmekten içtinap edenler üzerinde ne İblis’in ne de onun cinni ve insi temsilcilerinin bir etkisi yoktur, olamaz.

Allah’ın has kulları, şeytanların ve şeytanizmin her türlü yaklaşım biçimini[4] istikamet bilinciyle boşa düşürür ve Nebilerin (a.s.), sıddıklar, sâlihler ve şehidlerin izleri üzere dosdoğru yürüyüşlerini devam ettirirler.

Ne var ki dini Allah’a has kılma bilinci zayıflamış, yalnız O’na ve O’nun ölçülerine rağbet etme, O’na dayanma, O’nu vekil kılma kavrayışı zaafa uğramış insanlar, kendilerini İslam dâvâsına nispet ediyor olmakla birlikte, şeytanın ve şeytanizmin vesvese ve aldatmalarından korunamazlar, “sağa”-“sola” yalpalamaktan kaçınamazlar.

Firavunizm, Karunizm ve Belamizme Karşı Tevhidi Tavır

Bizi her türlü savrulmadan, dünyevileşme gibi sapmalardan koruyacak olan istikamet bilincinin temeli, “Lâ” bilincini diri ve güncel tutmaktır. Lâ bilinci, Firavun düzenlerine, onların himayesindeki Karunlara ve din adına onlara meşruiyet temin eden Belamlara/Samirilere karşı sarsılmayan ve hiçbir şart ve durumda değişmeyen bir duruş sahibi olmayı gerektirir.

Ali Şeriati, Haccın bir rüknü olan şeytan taşlama bağlamında şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Firavun’a vur ki: ‘Hüküm yalnız Allah’a aittir...’ (En’am, 6/57)

Karun’a vur ki: ‘Mülk Allah’ındır...’ (Hadid, 57/5)

Belam’a vur ki: ‘Halis din yalnız Allah’ındır…’ (Zümer, 39/3)”[5]

Bugün yeryüzünde, içtimai-siyasi alanda hükmü/egemenliği Âlemlerin Rabbi’ne has kılan İslam’ın iktidarı değil, tıpkı Mısırlılara “Ben sizin en yüce rabbinizim (sizin için son sözü söyleyen, nihai hükmü veren merciyim ” hitabında bulunan[6]  Firavun misali yeryüzünde rablik ve ilahlık taslayıp hevaları ile hükmeden tağutların egemenliği söz konusudur. Belki bugünkü Firavunlar dilleriyle bunu söylememektedirler, lakin egemenliği kendilerinde görerek bu tuğyanı fiilen ortaya koymaktadırlar.

Aynı şekilde bugün yeryüzünde, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için bahşettiği nimetleri adalet üzere dağıtmayı esas alan, zenginliklerin belli ellerde tekelleştirilmesini yasaklayan[7] İslam iktisat öğretisinin değil, Necip Fazıl’ın “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul / Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa / Yaşasın kefenimin kefili karaborsa” mısralarında dile getirdiği gibi, dünyadaki zenginliğin yüzde 95’inin yüzde ikilik bir kesimin elinde bulunduğu Karun düzeneği kapitalist yağma ve yığma düzeninin egemenliği mevcuttur.

Hakeza, Rabbimizin “yegâne hak din” olarak bizim için seçip bildirdiği din-i mübin-i İslam’ı toplumlar nezdinde temsil iddiasında bulunan kişi ve kurumların çoğu, dini Allah’a has kılma bilinci yerine, mevcut Firavunî  otoritelere bağlı ve bağımlı, Allah’ın dinini bu bâtıl otoritelere payanda kılma misyonuyla hareket eden Belamlar işleviyle hareket etmektedirler.

İşte tüm bu alanlarda bütüncül ve istikrarlı bir tevhidi duruş üzere hareket edildiğinde, bugün “sağa”-“sola” savrulmalar şeklinde yaşandığına tanıklık ettiğimiz istikamet krizleri yaşanmayacak, savrulmalardan ve dolayısıyla yozlaşmalardan uzak kalınacaktır.

Son yirmi yıl içinde Türkiyeli Müslümanlar arasında tevhidi duruş noktasında yaygın olarak yaşanan irtifa kaybının sebeplerine baktığımızda, apaçık cahiliye niteliği taşıyan mevcut egemen otorite ve onun cari işleyişiyle ilgili bütüncül bir bakış açısı ve yaklaşımdan uzaklaşma sorununun çok etkili olduğunu görürüz.

Bu noktada “kurumsal kimlik” ile “kişisel kimlik”leri birbirinden bağımsızlaştıran ve böylece kimi yöneticilerin “kişisel kimlik” izharları üzerinden cahiliye düzeninin kurumsal işleyişine dair teberri konumlarını fiilen terk ederek “aktif destekçi” durumuna düşenleri hatırlayabiliriz. Oysa bir Müslüman için kurumsal kimlikle kişisel kimlik bir bütündür, ayrıştırılamaz.

Cahiliye düzeninin yöneticiliğine namzet olmak için yola çıkarken kişisel referansını İslam, kurumsal referansını ise laiklik olarak deklare edenlerin böylece açık bir şirk izharında bulunduğu ortadadır. Zira İslam kişisel alanların olduğu gibi, kurumsal/kamusal alanların da dinidir, bütüncül bir hayat nizamıdır.

Kişisel alanda İslam’ı, kurumsal alanda laikliği referans alma iddiası, egemenlik alanlarını birbirinden bağımsız kompartımanlara ayırmak ve dolayısıyla farklı hayat alanları için farklı rab ve ilahlar tahsis etmek anlamına gelmektedir ki, insanlık tarihi boyunca işlenen temel şirk de bu olagelmiştir.

İşte maalesef son 20 yılda yaşanan istikamet krizleri ve dünyevileşme temelli yozlaşmaların temelinde, cahiliye düzeni ile onun yönetici kadrolarını farklı kategorilerde ele alıp, cahiliye düzeninden teberi etmek, lakin bu düzenin yöneticilerine aktif destekçi olmak gibi, telif edilmesi imkân dahilinde olmayan çelişkili yaklaşımlara yönelinmesi gibi savrulmalar gelmektedir.  

Söz konusu savrulmaların daha da temeline indiğimizde, İslam dâvâsının âhiret merkezli, rıza-i ilahi temelli bir dâvâ olmasını unutarak “dünyevi netice/iktidar” merkezli algılanması sorununun yattığını söylememiz mümkündür. Bu algı biçimi, ölçü ve ilke merkezli yaklaşım ve yönelim yerine, İslam’ın ölçü ve ilkeleriyle bağı koparılmış bir “maslahat” algısını doğurmuş ve bu da savrulmaları ve dünyevileşmeyi beraberinde getirmiştir.

Ruczdan Hicret Bilinci Terk Edilince

İslam’ın tüm öğreti, değer, ölçü ve ilkeleri kelime-i tevhide dayanır. Yani Âlemlerin Rabbi’nden başka ilah, rab ve melik tanımamaya, dolayısıyla hükümranlığı/egemenliği O’na has kılmaya dayanır. Bir toplumun dünya görüşü ve yaşayışında bu temel ortadan kaldırıldığında, orada İslam’ın ölçülerinin, ahlak öğretisinin tutunma, etkin olma imkânı yok edilmiş demektir.

Bu temelin insanların algı ve anlayışında zayıflatıldığı bir toplumda dünyevileşmenin ve onun doğurduğu ahlak zafiyetlerinin yaşanması kaçınılmazdır. Bu durum genel anlamda toplum için geçerli olduğu gibi, kendisini İslam dâvâsına nispet eden topluluklar için de geçerlidir.

Son 20 yılda Türkiye’deki “İslami kesimlerin” çoğunun İslam’a dair kavrayışlarının, kelime-i tevhidin talim ettiği egemenlik öğretisi düzeyinden uzaklaştırılıp, mevcut câhiliye düzeni bünyesinde dar anlamda hak ve hürriyetlerin temini düzeyine indirgendiği acı bir gerçektir.

Rabbimizin bize bildirdiği “hakkın bâtılın üzerine atılarak onu paramparça etmesi”[8], “hakkın hâkim kılınarak bâtılın zail kılınması”[9] hedefini unutarak, câhiliyenin kanatları altında kimi hak ve hürriyetlerin elde edilmesine indirgenmiş bir İslami algı ve dâvâ (!) anlayışı, kaçınılmaz olarak dünyevileşmeyi de beraberinde getirmiştir.

Rabbimizin Kur’an’ın inzal sürecindeki ilk emirlerinden biri “ruczdan hicret/uzaklaşma” olmuştur.[10] Hakla bâtılın ve hakla bâtıla taraf olanların ilkesel olarak kesin şekilde ayrışması için bu emir çok hayati bir işleve sahiptir. Rucz, İslam’a dayanmayan, İslam’la bağdaşmayan her türlü algı, anlayış, yöneliş ve işleyiştir.

Rasulullah (a.s.)’ın beraberindeki ilk İslam topluluğu Mekke’de işte bu ve benzeri “tevhidi ilkeler” üzerine inşa edildi. Egemen cahiliyeden ve cahiliye toplumundan ilkesel planda kesin olarak ayrışan ve işte bu tertemiz zeminde Âlemlerin Rabbi’nin ölçüleri üzerine adım adım inşa edilmeye başlanan bir topluluk…

Mevcut cahili egemenliği tanımayan, ona meyletmeyen, onunla ilkesel uzlaşmayı kesin olarak reddeden[11] ve tüm ölçülerini vahiyden alan bir topluluk… İşte bu topluluk, azim bir ahlak üzere bulunan Rasulullah (a.s.)’ın önderliğinde o ahlak zemininde bir örnek topluluk olarak tarih sahnesine çıkmıştır.

Günümüzde onlar misali örnek bir topluluk, toplum ve ümmet olmanın yolu, aynı Kur’ani ölçüler ve Nebevi örnekliğe ittiba etmekten geçmektedir. Kur’ani ölçüler ve Nebevi örnekliği gözetmeyen bir yaklaşım İslam’ın egemenliği hedefine ulaştırmayacağı gibi, dünyevileşme ve onun doğurduğu ahlaki zafiyetleri de kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir. Ki maalesef bugün yaşanan süreç tam da budur.

Münkerle Barışık Müslümanlık Olur mu?

Kur’an’da müminlerin özelliklerini mücmel bir şekilde zikreden birçok ayet grubunda, namaz ve zekatla birlikte emri bil ma’ruf, nehyi anil münker sorumluluğunun zikredildiğini görürüz.[12] Örneğin Hac Sûresi 41. ayet-i kerimede Rabbimiz, mü’minlerin iktidarını şöyle tanımlamaktadır:

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerine iktidar verdiğimizde namazı ikame ederler, zekâtı verirler, ma'rufu emreder, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.” (Hac, 22/41)

Emri bil ma’ruf, nehyi anil münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak), biz mü’minlerin cihad yükümlülüğümüzün önemli bir rüknüdür. Münkerin egemen olduğu bir zaman dilimi ve coğrafyada yaşayan mü’minler için ise bu sorumluluk çok daha mühim bir hale gelmektedir, yaşadığımız zaman dilimi ve coğrafya örneğinde olduğu gibi.

İslam, yeryüzünden bâtılı ve onun doğurduğu münkerin her çeşidini yok etme ve yeryüzüne hakkı ve ona dayalı iyilikleri, güzellikleri egemen kılma hedefini bize bildirmektedir. Dolayısıyla yukarıda sorduğumuz “Münkerle barışık Müslümanlık olur mu?” sorusu aslen abes bir sorudur. İslam’ın münkerle hâşâ barışık olması bir yana onunla olan savaşına bir an olsun ara vermesinden dahi söz edilemez.

Lakin bugün yaşanmakta olanlar, münkerle barışık bir Müslümanlık (!) algısının yaygınlaşmakta olduğunu acı şekilde bize göstermektedir. Ki konuyla ilgili olarak, muhafazakâr bir gazetedeki köşesinde genelde fıkhi konularla ilgili yazılar yazan, fıkhi sorulara cevaplar veren bir yazarın köşesinin hemen altında yarım sayfalık faizli banka reklamını gördüğümde, “Münkerle Barışık Müslümanlık” başlığıyla bir makale kaleme almıştım.

Bundan 20 yıl önce söz konusu gazete ve benzer gazetelerde bırakalım faiz oranlarının yer aldığı bir banka reklamını, bankaların iştirakleriyle ilgili bir reklama bile rastlanamazdı. İşte maalesef bâtıl düzen - “dindar” yönetici çelişkisi, münkerata karşı bünyenin direncini zayıflatmış, bu da yozlaşmayı kaçınılmaz kılmıştır getirmiştir.

Üzerinde banka reklamı var diye parklardaki banklara dahi oturmayan hacı amcalardan bu noktaya bir günde gelinmiş değil. Bugün o hacı amcaların torunları, başörtüleriyle banka veznelerinde faiz hesapları yapıyor, faiz ödemelerini gerçekleştiriyor. Oysa faizin Allah ve Rasulü ile savaşmak anlamına geldiğiyle ilgili beyan-ı ilahi, Kitab-ı Kerim’de bugün inzal olmuşçasına duruyor.

Bu noktada, ibret almak için Yahudilerin yozlaşma sürecini ve konuyla ilgili nasları hatırlamakta fayda var.

Rabbimiz, Mâide Sûresi 78-79. ayetlerde şöyle buyuruyor:

“İsrailoğulları’ndan küfre sapanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, başkaldırmaları ve sınırı aşmaları sebebiyledir. Onlar, işledikleri bir kötülükten birbirlerini alıkoymaya çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne kadar da kötüydü.”

Bu ayetlerle ilgili olarak Rasulullah (a.s.)’dan şu tefsir rivayet edilmiştir:

“İbni Mes’ûd (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (a.s.) şöyle buyurdu:

‘İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı: Bir adam bir başka adama rastlar ve, ‘Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helal değildir’ derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve onun yanında olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca, Allah Teâlâ kalplerini birbirine benzetti. Sonra Resûl-i Ekrem Mâide 77-81. ayetleri okudu ve şöyle buyurdu:

“Hayır, Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olup onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrailoğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.”[13]

Evet, Rabbimizin emirlerine ve Rasulullah’ın güzel örnekliğine ittiba ile örnek topluluk ve toplum mu olacağız, yoksa münkerle barışık bir algı ve yaklaşıma savrularak İsrailoğulları misali ibretlik topluluk durumuna mı düşeceğiz, bu bizim tercihimize bağlı.

 

 


[1] “…İnsanlardan öylesi vardır ki ‘Rabbimiz, bize dünyada ver’ der, (böylelerinin) âhirette nasibi yoktur. Onlardan kimi de: ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada da, âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru’ der.” (Bakara, 2/200-201)

[2] Taberî, Câmiu’l-beyân, 4/201-201.

[3] Bkz: Hud, 11/112

[4] Bkz: A’raf, 7/16-17

[5] Ali Şeriati, Ayet Yorumları 1, Sh. 115, Kıyam Yayınları

[6] Bkz: Naziat, 79/24

[7] Bkz: Haşr, 59/7; Bakara, 275-279 vb.

[8] Bkz: Enbiya, 21/18

[9] Bkz: İsra, 17/81

[10] Bkz: Müddessir, 74/5

[11] Bkz: Kalem, 68/8-9; Yunus, 10/15 vb.

[12] Bkz: Tevbe, 9/71; Hac, 22/41; Âl-i İmran, 3/104, 110 vb

[13] Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîru Sûre (5), 6, 7

 

 

 

Bilgi;

 

1 Rabbimizin bize bildirdiği “hakkın bâtılın üzerine atılarak onu paramparça etmesi”  “hakkın hâkim kılınarak bâtılın zail kılınması” hedefini unutarak, câhiliyenin kanatları altında kimi hak ve hürriyetlerin elde edilmesine indirgenmiş bir İslami algı ve dâvâ (!) anlayışı, kaçınılmaz olarak dünyevileşmeyi de beraberinde getirmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul