
Müslümanlar için, hayat ve davet yolunda evrensel örnekler teşkil eden Kur’an kıssaları içerisinde, en özel yerlerden biri Ashab-ı Karye kıssasına aittir. Kıssa çok fazla hususi ayrıntıya yer vermez. O kadar umumi ifadelerle bize aktarılmıştır ki bu olay, adeta bütün peygamberlerin kıssalarını kapsayacak bir model gibi gözükür. Kıssadaki hemen hemen her aşama, bütün nebilerin ve dolayısıyla bütün Müslümanların yaşadığı/yaşayacağı olaylara tekabül edebilir. Bununla beraber kıssanın kendine has bazı özelliklerini de bilmek ve pek tabii ki gereken ibretleri ve hikmetleri devşirmek icap eder.
RASULLERİN ÇAĞRISI VE KİBİRLİ ELİTLERİN İNKARI
Kıssanın konusuyla muvafık olacak şekilde Yasîn Suresi’nin ilk 12 ayeti de risaletle alakalıdır. Sûrenin bu ilk kısmında, Rasulullah (s.a.v)’in risaleti ve Kur’an övülürken, inkarcıların da kibri vurgulanıyor. Daha sonra bu inkarcı ve inatçı dirençle daha önceki peygamberlerin de nasıl karşılaştığını ve bunun nasıl değişmez bir imtihan olduğunu göstermek üzere Ashab-ı Karye kıssasına geçiş yapılıyor.
“Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, "Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz" dediler.” (Yasin, 13-14)
Bütün peygamberler, tıpkı bu kıssada olduğu gibi, her zamanda ve her mekanda, bütün tarihî ve coğrafî konumlarda, kafirlerin ileri gelenleri tarafından sert bir şekilde reddedildiler. Bu değişmeyen bir hakikat olarak her kıssada gerçekleşiyor. Bir şirk ve zulüm sisteminden nemalanan seçkin zümrenin, hakkı emreden “tevhidî” bir çağrıyı olumlu karşılaması zaten mümkün değildir.
Ayette memleket/kasaba derken kastedilen mekanın Antakya olduğuna dair pek çok rivayet mevcuttur1. Bu şehir, güneyden Arabistan ve Afrika, doğudan da Irak, İran bölgesinden gelip Anadolu ve Yunanistan’a giden yolun üstünde olması bakımından kıymetlidir. Kudüs’ün tahribinden sonra da Hristiyanlık için önemli merkezlerden biri olmuştur. Bundan dolayı buraya yapılmış olan tebliğin, ciddi bir otoriteye ve ekonomik statüye sahip olan elit bir tabakayı rahatsız etmiş olduğunu düşünebiliriz. En önemlisi, bütün bunlar ve daha sonra gelecek olan itirazlar, Rasulullah(s.a.v)’in karşılaştığı itirazlarla ve maruz kaldığı ithamlarla benzerlik arzetmektedir.
RASULLERİN İNSAN OLMASINDAKİ HİKMET: SÜNNET
Rasullerin bizler gibi insan olması, Allah’ın nübüvvetle alakalı insanlara lütfettiği en önemli hediyedir. Buna mukabil küfür bezirganları, nebilerin kendileri gibi bir insan olmasını, hatta belki toplumsal konum olarak kendilerinden daha alt kademeden seçilmesini gururlarına yedirememiştir. Bu sebepten ötürü son derece mantıksız olsa da onların insan olmasına ya da belki “sıradan” bir insan olmasına itiraz etmişlerdir.
“Onlar şöyle dediler: "Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." (Yasin, 15)
Onların bu söylemleri, tam da nübüvvetin en önemli hikmetine yapılmış bir itiraz olması bakımından son derece ilginç ve ironiktir. Halbuki insan, taklit ederek öğrenen bir varlıktır. Daha çocukken yetişkinleri taklit eden, büyüdükçe hangi zanaat/sanat olursa olsun bir hocadan/ustadan öğrenen insan, kulluk gibi en hayati zanaat için de en iyi hocalara muhtaçtır. Nitekim Rasulullah (s.a.v) “Ben size (öğreten/yol gösteren) bir baba gibi öğretiyorum.” 2 buyurarak bu hikmete işaret buyuruyor. Peygamberlerin beşer olarak gönderilişindeki en önemli hikmet, bu bağlamda “sünnet” ortaya koyarak, öğretmen ve örnek olmalarıdır.
Kafirlerin bu hikmetten yoksun itirazları için Kur’an’da pek çok ayet mevcuttur, özellikle iki tanesi ise risaletteki bu “sünnet” hikmetine net bir atıf yapmaktadır:
“İnsanlara hidayet (Kur'an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, "Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?" demeleri engel olmuştur. De ki: "Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik." (İsra, 94-95)
İnanmak için değil, inanmamak için yapılan inkar konuşmalarında geçen “Bize melek indirilseydi ya!” cümlesi, kafirlerin ileri gelenleri tarafından en çok kullanılan argümanlardı. Rabbimiz risalet müessesesinin hikmetini hatırlatarak bu şımarık itiraza cevap veriyor. Eğer melekler dünyada yaşıyor ve imtihan ediliyor olsalardı, meleklerden biri Allah’ın elçisi olurdu. Ama biz insanız ve tüm beşeri ihtiyaçlarımız, zaaflarımız, kapasitemizle bizim gibi olan birini örnek alabiliriz.
Çarşıda alışveriş yapan, gece uyuyan, yemek yiyen ve su içen, tuvalete giden, temizlik yapan, evlenen ve çocuk sahibi olan bir insan… Kızan, seven, üzülen ve hatta yeri geldiğinde unutan bir insan… Rasulullah (s.a.v) bir hadisinde buyuruyor: “Doğrusu ben mutlaka örneklik etmem/sünnet koymam için unuturum veya bana unutturulur.” 3 Bu hadiste neden “beşer” bir peygambere ihtiyacımız olduğunu bir de Rasulullah (s.a.v)’in dilinden duymuş oluyoruz. Namazda unuttuğumuzda ne yapacağımızı da ondan öğreneceğiz, birine kızdığımızda ya da bir sevdiğimizi kaybettiğimizde nasıl sabretmemiz gerektiğini de…
Müşriklerin düştüğü bir başka çelişki de; kendileriyle aynı varlık türünde ve kategorisinde olmalarına rağmen yani kendileri gibi “yaratılmış” olmalarına rağmen krallarına, efendilerine, putlarına ve putların temsil ettiği “atalar kültüne” tapınıyorlar, kurban kesiyorlar, ritüellerle onlara tazimde bulunuyorlar. Fakat kendilerine samimi bir şekilde ve hiçbir ücret istemeden hakkı anlatan peygamberlere ise “sadece insan” diyerek itaat etmiyorlar. Bir tarafta yaratılmış birine veya bir şeye ilahlığı yakıştırabiliyorken, diğer tarafta başka bir yaratılmış olana ve hakkıyla tebliğini yapanın peygamberliğini bile mümkün görmüyorlar. Halbuki risaletin kime nasip olacağı da yalnızca Allah’ın iradesindedir çünkü buna layık olanı en iyi O bilir. 4
O peygamberler ki, istikamet üzere oldukları için kendilerine tapınmaya değil, tevhid ve ahlak üzere itaat etmeye çağırıyorlar. Fakat müşrik aklı tutarsızdır, hakikatsizdir, basiretsizdir dolayısıyla onların böyle çelişkili tavırlar sergilemeleri ve şirk akidesinin kör karadeliklerinde kaybolmaları maalesef kaçınılmazdır.
BEREKETSİZLİĞİN KAYNAĞI ŞİRK VE KÜFÜRDÜR!
“(Elçiler ise) şöyle dediler: "Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor. Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (Yasin, 16-17)
Kıssada bahsedilen elçiler, rivayetlerden de anladığımız ve Sünnetullahtan da bildiğimiz üzere mucizeler gösteriyorlar, hakikati dile getiriyorlar, fakat kuru ve uğursuz bir inadın eseri olan bir inkarla karşı karşıya kalıyorlar. Artık meseleyi Allah’a havale ediyor ve kendilerini açık seçik ifade etmeye, Allah’ın onlara verdiği görevi hakkıyla ifa etmeye devam ediyorlar.
Onlara düşen yalnızca bir tebliğdi, karşılığında hiçbir ücret beklemedikleri ve zorla insanların kalplerine hükmedecek bir kudretleri olmadığı gerçeğiyle birlikte düşündüğümüzde, sadece ve sadece hakkı ayakta tutmak ve karşılarındaki bedbaht insanların hidayetlerine vesile olmak için çırpınıyorlardı. Yalnızca burada bahsedilen rasuller değil, aslında bütün peygamberler ve davetçilerin yegane amacı budur, yani “apaçık bir tebliğdir”.
Dediler ki: "Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur." (Yasin, 18)
Müslümanların vakur ve tavizsiz duruşları, muarızlarının meydan okumalarını daha da şiddetlendirir. Burada da küfrün ileri gelenleri, rasullere çok net bir tehdit savuruyorlar. Yaşanılan huzursuzluğu, belki o sırada gerçekleşen bir musibeti, menfi anlamda onların varlığına ve tebliğine bağlıyorlar. Nitekim bu iftira bir nevi müşriklerin geleneğidir desek yanlış olmaz5.
Kurdukları düzeni, tevhidî bir ahlak ve adaletle tehdit eden peygamberleri, onlar da taşlamakla tehdit ediyorlar. Bu tehdidin içeriğiyle alakalı Katade somut olarak taşla taşlamak tefsiri yaparken, Mücahid ise “hakaret” anlamında manevi bir “taşlama”dan bahsediyor6. Nitekim “racm” kelimesi hem fiziksel olarak taşlamak hem de sövmek ve kovmak anlamında kullanılıyor7. Nitekim “euzubesmele” içerisinde de “racm” kelimesini “kovulmak” anlamında kullanıyoruz.
Bu durumda da bir başka evrensel örüntü ile karşı karşıyayız. Sapkınların düzenine çomak sokan, hakkı zikrederek ve haklı olarak onların huzurunu bozan bütün mümin elçi ve davetçiler hem manevi hem fiziksel tehdit ve işkencelere maruz kalmıştır. Nitekim İbn Abbas’tan gelen bir rivayet bu elçilerin de öldürüldüğü yönündedir.8
“Elçiler de, "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz" dediler. “ (Yasin, 19)
Rasuller, o müşriklere bir nevi ayna tutarak uğursuzluğun ve bereketsizliğin kaynağını yanlış yerde aradıklarını gösteriyorlar. Çünkü bu kafirler, hakka dair verilen öğütlere uymamanın bahanesini yine klasik suçlamalarıyla örtbas etmeye çalışıyorlar. Onlar aşırı giden bir kavimdi, çünkü hem şirk ve küfür içindelerdi, hem de bırakın suçluluk hissetmeyi, kendilerini samimi bir şekilde uyarmaya gelen elçilere suçu atacak kadar ileri gitmişlerdi.
Bu suçlamaya karşı müminler hep hazırlıklı olmalı, asıl bereketin, ıslahın, huzurun ne olduğunu hiç unutmamalı, konforlu yaşamların değil Hakk’a adanmış hayatların ancak bereketi hak edeceğini her fırsatta hatırlamalı ve hatırlatmalıdır. Huzuru kaçıranlar gerçeği cesurca dile getirenler değil, insanların uyanmalarını istemeyen ifsad lobileridir.
RASULLERİN MİRASI: İLİM, İTAAT, İTTİBA
Bütün peygamberlerin en önemli mirası, tevhid bilgisi ve onun tebliğidir. Hakikati, ahlakı savunmak, bunun için gerekli bütün beşeri donanımlara sahip olmaya çalışmak, onların mirasına sahip çıkmak demektir. Nitekim Rasulullah (s.a.v), alimleri varis olarak tayin ederken – en doğrusunu Allah bilir- bu bütünlüğü koruyan, hem bilen hem amel eden, hem de insanlara hakkı öğretmeyi kendisine başlıca hedef edinen ilim ehlini kastetmişti şüphesiz. 9
İnsanlara rasuller geldiğinde ve hakkı tebliğ ettiğinde, bu tebliğe muhatap olanların yapacakları ve onları kurtuluşa erdirecek iki eylem var: İtaat ve ittiba. İtaat peygamberin sözünü dinlemek, ittiba ona tabi olmak ve benzemeye çalışmak…
“De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." De ki: "Allah'a ve Peygamber'e itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez.” (Al-i İmran, 31-32)
Kurtuluşun formülü hem bu kadar basittir ve bir o kadar da zordur. Kalp gözünü hassasiyetle açan basiretle ve ferasetle akleden birisi için hakikati görmek kolaydır. Nefsine yenik düşmüş ve bütün yetkin melekelerini hevası için kullanan birinin ise hakikati görmesi bir o kadar zordur. Hikmet müminin yitiğidir sünnet-i seniyyeden öğrendiğimiz bir teşviktir. Bunun neticesinde basiret ve feraset de en çok mü’mine yakışır.
Kıssanın devamında, elçilerin mucizelerine şahit olmuş, hakka tanıklık eden insaflı bir adam şehrin diğer ucundan çıkageliyor. Bir sonraki yazıda bu samimi Müslümanın söylediklerinden ibretler tahsil etmeye çalışacağız inşaallah.
Dipnotlar
- İbn Kesir, “Hadislerle Kur’an-ı Kerîm Tefsîri”, Çev. Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner. Çağrı Yayınları, 2005. s. 6726
- Nesâî, Tahâret, 36; Ahmed İbn Hanbel, II, 250.
- Mâlik, “Sehv”, 2
- Fahruddin Er-Razî, “Tefsîr-i Kebîr: Mefâtîhu’l-Gayb”, Çev. Beşir Eryarsoy. Akçağ Yayınları, 1993. c.18 s. 460
- Ebû Mansûr el-Mâturîdî, “Te’vilâtu’l Kur’an”, Çev. Bekir Topaloğlu. Ensar Yayınları, 2015. c.12 s. 86
- İbn Kesir, “Hadislerle Kur’an-ı Kerîm Tefsîri”, Çev. Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner. Çağrı Yayınları, 2005. s. 6728
- Râğıp El-İsfehani, “Müfredât”, Çev. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu. Çıra Yayınları, 2010. s. 421
- Ebû Mansûr el-Mâturîdî, “Te’vilâtu’l Kur’an”, Çev. Bekir Topaloğlu. Ensar Yayınları, 2015. c.12 s. 85
- Buhari, İlim, 10.