Allah’ın arzında Allah’ın kullarını Allah’ın gönderdiği din ve hidayetinin semeresi olan imanın etrafında kardeş kılmak, bütün peygamberlerin ortak maksatlarıdır. Dinden, imandan ve kardeşlikten bahsetmeyen Peygamber yoktur. Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’dan Hz İsa’ya ve âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber Muhammed Mustafa’ya (sav)’e kadar bütün Peygamberler, bir bakıma yeryüzünde bozulan kardeşliği her fırsatta yeniden tesis etmek için gönderildiler.
Tevhidin hayatın içinde ve gündelik fiillerimizde bir otorite olarak var olması ve varlığının vahdet olarak devam ettirilmesinin ana güzergâhı, peygamberlerin (as) bizzat ferdî ve toplumsal hayatları, tevhid ve vahdet ayrılmazlığının göstergeleridir. Rasûlüllah (sav)’in: “Benim ve önceki peygamberlerin en önemli daveti şudur: Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir, eşi-ortağı yoktur.” (1) hadisiyle ifade edildiği üzere peygamberlerin davetinin odak noktası, Allah’ın varlığı ve birliği, mü’minlerin kardeşlikleri ve beraberlikleridir.
Müslümanların vahdeti/birlik ve beraberlikleri; fuzuli değil, farzdır. Vahdet, imanın muktezasıdır. Said Nursî (rh.a.) der ki: "Evet, tevhid-i imani, elbette tevhid-i kulübü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder." (2) Mü’minler olarak her birimizin kalbindeki iman, bizden vahdet istiyor. İman edenlerin kalplerinin birlik ve beraberlik içinde olması, dinen farz olan bir ibadettir. Mesela, Müslümanlar aynı Allah’a aynı peygambere aynı dine iman ediyorlarsa, kalplerinin de birlik ve beraberlik içinde olması gerekir. Aynı Allah’a ve aynı peygambere iman eden kişilerin birbirlerine adavet etmesi, birlik ve beraberlik içerisinde olmaması, imanlarının sağlam olmadığını ve taklidî olduğunu gösterir. Yapılacak iş, imanı tahkiki hale getirmektir. Müslümanlar hissi olmaktan çıkıp ilmi hale gelmedikleri müddetçe vahdeti oluşturamazlar.
“Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” Yani İtikadın bir olması, ittihadı gerektirir. Aynı şeylere iman edenlerin birbirine düşman olması, birbirinin kuyusunu kazması, birbirine sıkıntı vermesi düşünülemez. Şayet birbirlerine düşmanlık edip eziyet ediyorlar ise, imanlarını ciddi tahlile tâbi tutmaları gerekir. Çünkü aynı şeye sağlam ve tahkikî bir şekilde iman edenlerin birbirlerine düşman olup eziyet etmesi kabil değildir. Şayet düşmanlık meydana geliyorsa, imanda arıza var demektir. İmanlarında arıza olanlar, Allah için hizmet ve vahdet denildiğinde behemehâl arazi olurlar.
İslâm’da bütün müesseseler tevhid merkezli, vahdet meskenlidirler. Vahdet zemininde tevhid üzere sabitkadem kalmayan ferdler, aileler, müesseseler, İslâm’a hizmet edemezler. Mekkî toplumlarda da, medeni toplumlarda da bu mesele böyledir. Bilindiği gibi, Medine’de mescid hayat boyu eğitimin merkeziydi. Mekke’de başlayan talim ve terbiye kardeşlik iklimi ile şenlenmiş Medine’de aynen devam etmiştir. Öncü İslâm insanını inşa eden eğitimin amacı yine kalbin ve zihnin buluştuğu yeri yeşertmektir. Böyle bir durumda eğitim daha umumi ve geniş halkalara verildi. Vahdetin inşasında takip edilen nebevî minhacta aynı yerde bulunmak, aynı havayı solumak ve aynı vakti paylaşmanın bereketi kalbi birlikte atan yıldızlar doğurdu. Çünkü “tevhid-i kulüb, tevhid-i ef’ali doğurur”. Aynı mekânı, aynı heyecanı ve aynı eğitimi paylaşanlar, bir müddet sonra aynı frekansta çarpan, aynı gaye ile gözleri ışıldayan kalplere sahip oldular. En kutlu sözün kendisine indiği merkez kalp o kalpleri aldı, kendi şevk ve gayretinin şubeleri yaptı. O şubeler sonra yerlerinde duramadı, dünyanın dört bir tarafına dağıldı ve her gittikleri yerlerde merkez kalbi çoğalttılar. Verdikleri eğitim yüz yüzeydi, gerçekti; uzaktan ve sanal değildi. İnsan ve güzel kul olma eğitiminin olmazsa olmaz şartı mekân, zaman ve kalp birlikteliğidir. Buna muvaffak olanlar iki dünyada saadeti bulurlar. İki dünyada saadet, burada akleden kalbe erişmek, orada ise kalbi arı ve duru bir şekilde sahibine teslim etmektir. Akleden kalp, arı duru kalplerin birlikteliğinde hayat bulur. Oraya ana rengi birbirlerinin manevi nasipleri ile birbirlerini besleyen sâlih ve sadıklar verir. Salih ve sadıklarla maiyet tıpkı âlemlere rahmet Peygamberimizin maiyeti gibi erdirici ve oldurucu bir tefeyyüz atmosferidir. O atmosferde nazar şifa, söz deva, sükût ibrettir. O atmosferde kalbinin eğitimini hayatının birinci gayesi hâline getirenler bazen bakışarak, bazen konuşarak, bazen dinleyerek, ama hep vicahi olarak kalplerinin gıdasını alır, nihayetinde tıpkı sahabi gibi Hâlık’a tazim ve mahlûka şefkat hisleri ile dolarlar. Âdem’in çocukları, Allah nazarında tarağın dişleri gibi eşittir. Hz. Ali (ra)’in “Ya hilkatte eşimsin, ya dinde kardeşimsin” derken vurguladığı hilkatten gelen kardeşliktir. Latince’de bir söz vardır: “Homo homini lupus: İnsan insanın kurdudur.” Oysa İslâm irfan geleneğine göre insan insanın yurdudur. İnsan insanın umududur. İnsan insanın velisidir. İnsan insanın sığınağıdır. Bunun içindir ki bizim “Yaratıcı eksenli” insan kardeşliğimiz, modern zamanların sözde “insan merkezli” hümanizmasından farklıdır.
Müslümanlar her nerede varlarsa, yaşıyorlarsa İslâm ümmetine mensupturlar. Biz Müslümanlar için daima bir geçici ve küçük; bir de kalıcı ve büyük aidiyet ve mensubiyetlerimiz olmuştur. Bir aileye, bir ırka, bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe, bir cemaate, bir ideolojiye olan intisabımız ve mensubiyetimiz geçici, küçük mensubiyetlerimizdir. Asıl büyük aidiyet ve mensubiyetimiz, İslâm ailesine olan mensubiyetimizdir. Önemli olan şairin “İntisâbım tâ ezeldendir Cenâb-ı Ahmed’e” dediği gibi, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) olan intisabımız, her türlü tartışmadan varestedir. Tarih boyunca Müslümanlar için en büyük tehlike, küçük mensubiyetleri kimliğe dönüştürerek bu büyük mensubiyetin önüne geçirmeye kalkışmak olmuştur. Irkçılık, mezhepçilik, meşrepçilik ve cemaatçilik üzerinden kardeşlik hukukunu çiğnemek ve bizi kardeş kılan değerleri yok saymak, aslında Peygamber Efendimize olan intisabımızı hep gölgeleye gelmiştir. Böyle bir durumun nebevî minhacta yeri yoktur. Aksine nebevî minhacta Allah’a aidiyet şuuruyla hareket eden bir Müslüman için İslâm ümmetine mensubiyet, diğer bütün mensubiyetlerin fevkindedir. Bizi İslâm ümmetine mensubiyetten uzaklaştıran her fikir, her düşünce, nebevî minhactan inhiraftır.
Nebevî minhacta tevhid merkezli vahdet, i’tisam ve ittika ile kaimdir. Allah'a ya da Allah'ın ipine (Hablullah’a, Allah’ın kitabına) tutunmak, yani i'tisam tam anlamıyla ittika ve Müslüman olarak ölebilmek için de gereklidir. Fertler için bu kadar önemli olan konu, toplumlar için tevhid,üzere ictima' ve tefrikadan uzak kalmak anlamındadır. Zira konuya ışık tutan ayetler, Hac ibadetinin icra edildiği Mekke'yi tanıtan ve ehl-i kitab'ın, Müslümanlar için arzettiği "gerisin geri küfre çevirme" tehlikesine dikkat çeken ayetlerden hemen sonra gelmektedir. Bu gelişten anlaşılmaktadır ki hac, ümmet çapındaki tevhid üzere ictimaın hem bir vesilesi hem de maksatlarından birini oluşturmaktadır. Zira "önce tevhid-i kulüb sonra da tevhid-i ef’al" hak dinin en büyük rüknüdür. Peygamber Efendimizin beyanı ile "Allah'ın yardımı cemaat üzerinedir" (3) Dinin bütün varlığı da cemaatin tesisine bağlıdır. Bu yüzden pek tabiidir ki, cemaatlerini za'y ve perişan edenler, mutlaka perişan olurlar. Şuna da işaret edelim ki, iman ehli, tevhid-i ef’al (davranış birliği ve bütünlüğü) etmedikçe gerçek ittikaya ulaşamaz ve mutlu sona eremezler. Bugün yapılacak iş, mevcut durumu göz önünde bulundurarak Müslümanlara, İslâmi kimlik ve kişiliklerini koruyabilmeleri için, onları Kitab ve Sünnet bağlısı ve bağımlısı haline getirmektir. Mü'minleri önce tevhid-i kulüb sonra tevhid-i ef’al' e iletecek olan esas ise, i'tisamdır; ''Kitap ve Sünnet'e bağlılık",· yani müşterek asli değerlere müştereken sahip çıkmak'tır. l'tisam için sadece bir cemaat olmak da yetmemektedir. Zira konuyu açıklayan Al-i lmran Suresi ayetleri şöyle devam etmektedir:
'' Hep birlikte Hablullah’a/Allah’ın ipine (Kur’an’a, şeriat-ı garraya) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (4)
Bu âyet-i kerimeler hepimize diyor ki: İçinizden önde gider, hayra davet eder, ma'ruf ile emir ve münkerden nehyeder bir ümmet olsun. Kurtuluş bu ümmetin ortaya çıkmasıyla kaimdir. Ümmet, öne düşen, çeşitli grupları toplayan, kendilerine tabi olunan cemaat (ana gövde) demektir ki, bunların önünde de imam bulunur. Cemaatle namaz, burada söylenmek istenen manzaranın gerçek bir görünümünü sergilemektedir. Bu demektir ki i'tisam için hayr'a davet, emir bi'l-ma'ruf, nehiy ani'l-münker yapacak bir ümmet ve imamet teşkili Müslümanlar için imandan sonraki en fariza-i dinîyelerdir ve bunu yapabilenler ancak felaha erebileceklerdir. (5) Netice olarak, muvahhid, müttehid ve müstakim bir sosyal bünyenin gereği, milletler ve kültürler kargaşası içindeki günümüzde bu gereğin giderek genişleyen boyutlarda hissedilir hale gelmesi, i'tisam mevzuunu evleviyat içinde mütalaa etmeyi zorunlu kılmaktadır.
İslâm tarihinde Muhacir ve Ensar’ın ortaya çıkması, tamamen tevhid-i kulübün tevhid-i ef’ale dönüşmesidir. Bu aynı zamanda bir tertib-i Rabbani ve bir minhac-ı nebevidir. Vahdet tevhidden sonra gelir. Önce tevhid-i kulüb sonra tevhid-i ef’al gelir. Asrımızda vahdetin inşasında Müslümanlar bir tertipsizlik yaşıyorlar. Tevhid-i kulüpten önce tevhid-i ef’ali oluşturmaya çalışıyorlar. Tevhid-i kulüb yoksa kalabalıkları çoğaltmakla vahdet değil vahşet olur, cemaat değil cemadat olur. Nitekim bu asrın Müslümanları olarak bugün bunu yaşıyoruz. Müslümanlar vahdetin inşası hususunda behemehâl nebevî minhaca dönmelidirler. Tevhid-i kulüb yapmış kimselerle yola çıkmalıdırlar. Kalpleri putlardan arındırmadan kalıpları bir tutmak, bugünleri heba edip yarınlardan vaz geçmektir.
Tevhid-i kulüba sahip olmayanlarla yola çıkarsanız, putperestlerin sayılarını çoğaltırsınız. Çünkü kalplerinde put taşıyanlar, hayatlarında putsuz yaşayamazlar. Putperestlerden kardeş olmaz. Kardeşliğimizin hududu, imanımızın hududuyla doğru orantılıdır. İmanımızın hududu nereye kadarsa, kardeşliğimizin hududu oraya kadardır. İmanın hududu dışında birlik ve beraberlik arayanlar, vahdetin namusuna tecavüz edenlerdir.
Bil ve inan ki; İslâm, inançta tevhidi; cemiyette de uhuvveti yani kardeşliği esas almıştır. Dolayısıyla İslâm toplumu, sınırları İslâm imanıyla çizilmiş kardeşler topluluğudur. Bu topluluk ve kardeşliğe imandan başka hiç bir şey, mesela ne ırk, ne renk ne de coğrafya sınır çizemez. İslâm kardeşliğinin yegâne belirleyici ön şartı "La ilahe illallah Muhammedur'r-rasulullah" demektir. Bu kelime-i tevhîd'i söyleyen herkes Müslümandır ve öteki Müslümanların din kardeşidir. Bunun için diyoruz ki; kavga etmeye gerek yok, Kelime-i Tevhid’in gölgesi hepimize yeter.
Nebevî minhacta esas olan mü’min fertleri ve aileleri tevhid ve vahdeti yansıtan birer ayna haline getirmektir. Bu nedenle İslâmî kurum ve kuruluşlar, tevhid ve vahdet ayrılmazlığına dikkat etmek mecburiyetindedirler. Örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav) "Müslüman, Müslümanın kardeşidir" (6) buyurmuş, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi devirde yaşamış bulunursa bulunsun, bütün Müslümanların birbirlerinin din kardeşi olduklarını tüm dünyaya duyurmuştur. Hatta bizzat kendisi Medine'yi teşrif ettiklerinde, Mekke'den gelen muhâcirlerden her birini Medineli Müslümanlardan biri ile kardeş ilân etmiş, böylece ilk İslâm cemiyetini, kardeşlik esas ve uygulamasıyla başlatmıştır. Modern dünyanın "toplum dayanışması" dediği ve aradığı oluşumu, Hz. Peygamber, kıyamete kadar yaşayacak olan ümmetine örnek olmak üzere muâhât (kardeşlik) uygulamasıyla, daha ilk İslâm toplumunda gerçekleştirmiştir. Bu sebeple Müslümanlar, kardeşliği Kitap ve Sünnet ile ilan edilmiş ve Medine İslâm toplumuyla o kardeşliği yaşamaya başlamış bir ümmettir. İslâm’da tevhid ve vahdetten bağımsız ve bağlantısız olarak izah edilmiş, ortaya konulmuş hiçbir mesele yoktur!
Nebevi minhac üzere tevhid-i kulübü tevhid-i ef’ale dönüştürmek; pirdaş değil dindaş kazanmaktır. Dünyanın neresinde “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah” diyen varsa din kardeşimizdir. Önceliğimiz pirdaş kazanmak değil, dindaş kazanmaktır. Din kardeşliğini en öne koymamız, nebevî minhaca olan sadakatimizdendır. “Ne kadar Müslümanız?” sorusunun cevabı, “nebevî minhac üzere kardeşliği kârdaşlığa ne kadar tercih ediyorsak, ne kadar önde tutuyorsak, işte o kadar Müslümanız” olacaktır.
İmanın olduğu yerde ırkçılık ile kardeşlik birlikte olmaz. Kardeşliğin olduğu yerde de vurdumduymazlık, nemelazımcılık olmaz. Din kardeşlerinin derdini dert edinmeyen, onların meseleleriyle meşgul olmayan, onlardan olma hakkını kaybetmiştir.
---------------------
- İmam-ı Malik, Muvatta, “Kur’ân”, 32
- Said Nursî, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas
- Sünen-i Tirmizi, “Fıten”, 7, Nesaı, “Tahrim”, 6
- Âl-i İmran Sûresi, 103-104
- bk. Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak Dini, II, 1155, İstanbul, 1960
- Buharî, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 32; Ebû Dâvûd, “Edeb” 28; Tirmizî, “Hudud” 3, “Birr” 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 9, 28; V, 24, 71