15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / KARDEŞLİK VE VAHDET
KARDEŞLİK VE VAHDET

KARDEŞLİK VE VAHDET Faruk Köse

GİRİŞ

Yaşadığımız ortamı, “günümüz”ü nasıl tanımlarız? İşte, “dâru’l-harb”dir, “dâru’l-İslam”dır veya başka bir şeydir, bunlar önemli de, konu “İslam davası” ise, birinci öncelikli husus başka. Çünkü;

• İslam Davası, “Tevhidin egemenliği”ni sağlamak,  “Tevhid Davası”nı dünyaya duyurmak, herkese ulaştırmak; “İslam inancı”na isyan edenleri, kayıtsız kalanları “Tevhid otoritesi”ne boyun eğdirmektir.

• İslam Davası, İslam’ı hayatımıza ve hayata egemen kılmak; insanlara İslam’ı “eksiksiz-fazlasız, dosdoğru” öğretmek, düşüncesiyle, inancıyla, ahlâkıyla, şuuruyla, hareketiyle ve tasarruflarıyla “İslam’ı yaşayan bireyler” yetiştirmek; müslümanları “İslam’ı yaşama”ya sevk etmek; “İslami aileler” kurmak; bunun için kadın-erkek, genç-ihtiyar, yetişkin-çocuk herkese önem vermek; “İslami esaslar”la yaşayan “müslüman toplum”u oluşturmak; bunun için “İslam’ı “her yere ulaştırmak”tır.

• İslam Davası, insanları, toplumları İslam yoluna sevk eden “İslami bir nizam, İslami bir rejim, İslami bir sistem” kurmak; “İslam kanunları”nın uygulandığı, “İslami iktidar”ın kurulduğu, mesela “Hilâfet”in yeniden tesis edildiği bir dünya kurmak; küçük küçük devletçiklere ayrılan İslam ülkesinin her parçasını, tek bir “Hilafet devleti çatısı” altında bir araya getirmektir.

Başka örnekler de verebiliriz, ancak kısaca İslam davası bu. Madem ki İslam davası bu; o halde fıkhi kavram olarak “ortam”a ne ad verirsek verelim, bu ortamda bakmamız gerekenler şunlardır:

• İslam mı hakim, yoksa küfür mü?

• Tevhid mi hakim, yoksa şirk mi?

• Allah’ın hükümleri mi hakim, yoksa tağutun hükümleri mi?

• Müslümanlar mı âmir, yoksa İslam ve müslüman düşmanları mı?

• Cihad mı farz, yoksa hale rıza gösterip suskun kalmak mı?

Bu sualleri çoğaltabiliriz. Ancak varacağımız yer şurası: Ortamın fıkhi durumunu hangi kavramla ifade edersek edelim, “hal”i tasvir bakımından değişen bir şey olmayacak: Küfür hakim, Hükmullah geçmiyor, Hududullah aşılıyor, hayat İslam’a göre yaşanmıyor. İşte bu noktada, esas sualimize geliyoruz: İslam davasını sürdürebilmek için, müslümanlar olarak biz, nasıl bir halde olmalıyız?

 

KÜFÜR TEK MİLLET, YA MÜ’MİNLER KAÇ MİLLET?...

Sürekli kullandığımız, bir söz var. Hep deriz ya; “küfür tek millet” diye. Gerçekten de İslam’a ve Müslümanlara karşı küfür tek millet. Hangi ırktan olursa olsun, hangi ideolojiyi benimserse benimsesin, hangi rejimle yönetilirse yönetilsin, hangi devlet türüne sahip olursa olsun, hangi coğrafyada yaşıyorsa yaşasın; İslam ve Müslümanlar karşısında gerçekten de küfür, tek millet halinde duruyor. İslam’ı yeryüzünden silmek için, Müslümanları İslam’dan uzaklaştırmak için, İslam’ı deforme ederek veya reformasyon ile bozmak için, küfür milleti elinden gelen her şeyi yapıyor.

Peki, ya Müslümanlar kaç millet?... Lafı hiç uzatmaya gerek yok.

• İslam ırkçılığı yasakladı, ancak yeryüzünde ne kadar ırk varsa, Müslümanlar o kadar millete bölündü.

• İslam kabileciliği yasakladı, ancak ne kadar kabile, kılan, sülale varsa, Müslümanlar o kadar millete bölündü.

• İslam fırka fırka ayrılmayı yasakladı, ancak Müslümanlar ne kadar çalışma grubu varsa, o kadar millete bölündü.

• İslam cemaat olmayı emredip ferdiyetçiliği de yasakladı, ancak Müslümanlar, ne kadar kafa sayısı varsa, o kadar millete bölündü.

Demek ki bizde bir sorun var. Demek ki, İslam davasını yürütme hususunda ciddi bir hata yapıyoruz. Bu hatamızın adı, kardeşliği, birlik ve beraberliği bozmak... Grup gurup ayrılarak paramparça olmak...

 

İSLAM’IN EGEMENLİĞİ İÇİN ÜMMET’İN BİRLİĞİ ŞARTTIR

Müslüman toplum, inandığı İslam’ın ne/nasıl olduğunu da bilmiyor, onu ne şekilde ve hangi esaslara uygun olarak yaşayacağını da... Bu yüzden İslam toplumları İslam ile, vahiy ile, Kur’an ile ve Rasulullah’ın örnekliğine uygun olarak değil; bâtıl ile, küfür ile, tağuti yasalarla ve ideolojik İslam karşıtı önderlerin örnekliğine uygun olarak idare olunuyor ve böyle bir hayatı yaşıyor.

Şimdi bu durumda tüm müslümanlara düşen, Allah’ın insanlık için hayat nizamı olarak tayin buyurduğu İslam’ın hayata egemen olması için mücadele etmektir. Çünkü insanlığı içine düştüğü zilletten, adaletsizlikten, zulümden, sömürü çarkının dişlilerinden... kurtaracak, onları refah ve mutluluğa ulaştıracak, sulh ve selameti sağlayacak tek din, tek nizam İslam’dır. İnsanlığın yaşam kitabı, hayatın anayasası ise Kur’an’dır...

Ancak görüyoruz ki İslam’ın değil “isyan”ın egemenliği var bütün dünyada ve bunun sebebi, öyle sanıldığı gibi kâfirlerin, İslam düşmanlarının güçlü oluşu değil, müslümanların parçalanmışlığıdır aslında. O yüzden “İslam’ın egemenliği için Ümmet’in birliği şarttır.” Zira farklı meşrepler/gruplar halinde “ayrı” olununca, müslümanlar arası dayanışma mümkün olmuyor. Hal böyle olunca, bütün müslümanların “kardeş” olduğu, “tek bir millet olan küfür” karşısında “yekvücut bir ümmet” olarak mücadeleye durmak gerektiği hakikatinin de üzeri örtülüyor.

Müslümanlar ayrı-gayrı, paramparça olunca İslam davası;

“ilahi murad”a uygun olarak sürdürülemiyor;

“hedef”inden de, “yol”undan da, “istikamet”inden de sapıyor,

“doğru yol arkadaşları”ndan uzaklaşıyor.

Böylece, “tağuti zorbaların zalim iktidarları”na son verilerek “İslam Şeriatı” hayata hakim kılınamıyor.

Müslümanların vazifesi ve yaratılış amacı Allah’a kulluk... Kulluğun şartı hayatı İslam’a göre yaşamak... Hayatı İslam’a göre yaşamanın şartı, İslam’ın ilavesiz-eksiksiz, tüm kurallarıyla-kurumlarıyla, tam olarak egemenliği... İslam’ın egemenliğinin şartı ise, müslümanların “Ümmet birliği/vahdeti”ni sağlamaları...

Bu nedenle, “tefrika” konusu masaya yatırılmalı. Tefrikanın mahiyeti, boyutları, nedenleri tahlil edilmeli. “Yol ayrılığı”na son verilmesi amacıyla “birleşme yolları” belirlenip, “vahdet/birlik” sağlanmalı. Çünkü bu ayrılık öyle derin yaralar açmakta ve müslümanları birbirine öyle düşürmekte ki, “küfür cephesi” ile uğraşması gereken müslümanlar, mücadele ihtiyaçlarını birbirlerine sataşarak, birbirleri aleyhine tuzaklar kurarak gideriyorlar. Hatta bunun için, birbirlerine karşı “ortak düşman”la, İslam’a göre “dost ve yardımcı” edinilmemesi gerekenlerle işbirliğine gidecek kadar da ölçüyü şaşırıyorlar.

Hal böyle olunca “Ümmet birliği” sağlanamıyor ve tefrika, “İslam’ın yeniden hayata hakim olması mücadelesi”ne en büyük zararı veriyor. Müslümanlar, kendi davasını kendi elleriyle boğuyor!

 

TEVHİD-VAHDET İLİŞKİSİ

Vahdet demek, birlik olmak, birlikte hareket etmek demek. Ama, vahdet, her şeyi aynı biçimde düşünmek, aynı şekilde yapmak, yüzde yüz uyumlaşmak demek değil. Her bireyin ve her topluluğun Ümmet birliğini teşkil eden ana yapı içinde bütünlüğü sağlayacak rolünü oynaması, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi demek. Bunun için hatasız olmaya gerek yok. Yanlışsız olmak şart değil. Müslümanlar, aralarında kavga edebilirler, uyumsuzluk yaşayabilirler, hata edebilirler. Ama önemli olan, esas dava olan İslam davasının başarıya ulaştırılabilmesi için, birbirlerinin hatalarını değil, ama birbirlerini hatalarıyla kabul etmeleridir. Bir vücudun azaları, hücreleri oldukları bilinciyle, hücre olarak kendilerine düşen rolü oynamalarıdır.

Vahdet ile Tevhid arasında bir ilinti var. Müslümanların ana davası nasıl Tevhid ise, bu Tevhid davasını yürütebilmeleri için ana halleri Vahdet olmalı. Vahdet içinde olmayan müslümanların, Tevhid davasını sürdürmeleri mümkün değil. Nitekim bugün Tevhid davası daha hâlâ hayata egemen değilse, bunun en önemli sebebi, vahdetin olmamasıdır.

Ancak, nasıl ki Tevhid için şirkten kaçmak lazımsa, vahdet için de tefrikadan kaçmak lazımdır. Şirk içinde olan insanın Tevhid davasını sürdürdüğünü iddia etmesi nasıl gülünç ve gerçek dışı ise, tefrika içindeki, Tevhid davasının başarısı için gerekli olan vahdetten uzak müslümanların bu iddiları da gülünçtür, gerçek dışıdır ve mes’uliyetli bir hal ve tutumdur.

Nasıl ki Tevhid “birlemek” manasına geliyor, vahdet de “birleşmek” manasına geliyor. Allah’ı birlemeden Tevhid iddiası yalan olduğu gibi, tefrika içindeki müslümanları birleştirmeden, tefrikayı vahdete döndürmeden de bu davanın eri olma iddiası yalandır.

İslami çalışmalar yapan gruplar neden bu kadar çok sayıda ve neden ayrı ayrı gruplar var? Bu grupları birbirinden uzaklaştıran ana nedenler nelerdir? Bu nefretin, kinin, zıtlaşmanın, kutuplaşmanın, birbirini itmenin, bir araya gelmemenin nedenleri nelerdir? Bu hususlarda kafa yormak, çözüm bulmak, çare üretmek lazım değil mi?

Eğer Kur’an’a iman ediyorsak, Kur’an’ın hükümlerine uymak durumundayız. Kur’an’ın hükümlerine göre birlik ve beraberliği saylamıyorsak, Kur’an’a iman iddiamız, iddiadan öteye geçmez. Uymadığın bir kitaba inandığını söylemenin ne manası var? İnanıyorsan, uyacaksın ve bunun için, öncelikli olarak yapman gerekenleri yapacaksın.

Öncelikli husus, Tevhid davasını başarıya ulaştırmaktır. Bunun için ilk ve birinci yapılması gereken ise, müslümanların, aralarındaki bütün ihtilaflara rağmen, vahdeti sağlamalarıdır.

• Birbirimize tahammül etmeyi öğrenmeliyiz.

• Birbirimize hata yapma hakkını vermeliyiz.

• Birbirimizin ismet sıfatının olmadığını artık kabul etmeliyiz.

• Birbirimizi yanlışlarımızla birlikte sevmeliyiz.

Aramızdaki anlaşmazlıklar, farklı düşünceler ayrılığı körükleyen birer sorun olarak değil, birleşmeyi gerektiren birer gerekçe haline gelmeli. Çünkü, ayrılırsak, sorunu çözemeyeceğiz ve bu zamana kadar da çözemedik. Ama birleşirsek, aramızda oluşacak güven ve tolerans, zamanla birbirimizin nasihatlarına tepki göstermemeyi sağlayacak ve sorunlar, ayrılık noktaları, ihtilaf hususları çözüme doğru gidecektir.

 

MÜ’MİNLERİN BİRLİĞİ/VAHDETİ NASIL SAĞLANIR, BİLMİYORUZ

“İslam’ın egemenliği” ve “Allah’ın yasalarının hükümranlığı” için “Müslümanların birlik ve beraberliği”nin sağlanması gerektiği hususunda sanırım ihtilaf yok. Ancak ne acı ki, bu kadar kesin bir ittifak konusu, “ihtilaf ve iftirak”a dönüştürülmüş. “Ümmet birliği”nin lüzumunda hiç kimsenin ihtilafı yok da, müslümanlar arasında, hakkında ittifak olan bu husus kadar ihtilaf ve iftirak konusu da yok!

• Evvela, “Müslüman Fertler Arası Birlik” yok. Niçin yok? Çünkü her Müslüman, diğer Müslümanı kendisinin aynı gibi görmek istiyor. “Bizim tıpkımızın aynı Müslümanlar olsun da biz onlarla bir arada olalım” anlayışı herkeste olunca, kimse kimseyle birlik kuramıyor. Oysa Müslüman fertler arası birlik için tek bir şart yeterli olmalı: “Aynı helaller ve haramlar üzerinde ittifak etmek...” Kur’an’ı en iyi yaşayan insan, Rasulullah’tır, değil mi? O halde, başka Müslümanları kendimizin kopyası yapmaya kalkışacağımıza, her birimiz Rasulullah’ın kopyası olabilsek, sorun kalmayacak.

• Bir başka problem, “Düşünce, Tavır ve Eylem Birliği”nin olmayışı. Bu hususa aşağıda detaylı olarak değineceğim için ifade edip geçiyorum.

 

“BİRLİK İÇİN GEREKLİ KRİTİK EŞİKLER”DEN HABERİMİZ YOK

• Ümmet birliği için aşılması gereken ilk önemli eşik, ihlastır. Sadece Allah’ın rızasını gözetip “Allah’ın rızası”na talip olsaydık eğer, böyle ayrı-gayrı, bölük-pörçük olmazdık. “İttifak”ı terkedip “iftirak”a sapmazdık. Toptan Allah’ın ipine sarılmak varken, paramparça ayrılmazdık.

Cehalet de “Ümmet birliği” için aşılması gereken önemli eşiklerden biri. Hem ilimde cehaleti, hem amelde cehaleti, hem de eylemde cehaleti aşmak zorundayız. Önce içinde bulunduğumuz ortamı tanıyıp, ortamın gereğine göre “farz-ı ayn ilimler”i öğrenecek, “ideolojik ya da tarafgir kalıplar”dan sıyrılıp “çevre kültürü”nden arınmış olarak, “halis İslami ilimler”le meselelerimizi ele alacağız. Ardından, ilmiyle amil olmak lazım. Çünkü “amelsiz müslümanlar”, aralarındaki “ideolojik tartışmalar”la tefrikayı körükleyerek, “emelsiz kalabalıklar”a dönüşüyorlar. Müslümanların, “İslami çalışmaların eylemi”ni “vahdet” içinde gerçekleştirmeleri gerektiğini ihmal etmeleri, “sonuçsuz devinimler”e yönelerek, aslında eylemsiz kalmalarına yol açıyor.

“Dünya siyaseti ve uluslararası sistemin yapısı” hakkında bilgi ve bilinç sahibi değiliz. Eğer müslümanlar uluslararası birlikler, yasalar, antlaşmalar, kurum ve kuruluşlar, denge ve çıkar ilişkileri vb. hususlarda bilmeleri gerekenleri bilmezlerse, “günübirlik çalışmalar”la ve “anlık tatminler”le vakit öldürürler; güçlerini ve enerjilerini birleştirerek “esas düşman”a karşı çıkacakları yerde, “varlıklarını sürdürecek heyecan”ı, müslüman kardeşlerine sataşarak diri tutma yanlışına düşerler.

• Aşmamız gereken bir diğer kritik eşik de ehven” varken “ehven-i şer”re razı olmak. “Olması gereken”i yapmayıp, yetersiz ve kısmi nitelikteki “olan”la idare etme yanlışı, hepimizin esas sorunlarından biri. Niye böyleyiz? Cevabı hepimiz biliyoruz aslında. Çünkü “olması gereken”i yapmak “sorumluluk üstlenme”yi, “bedel ödeme”yi gerektiriyor. Bu da nefsimize hoş gelmiyor. “Allah’ın hudutları”nın aşıldığı, “Allah’ın hükümleri”ne isyan edildiği bir ülkede müslümanlar, “zulmün kaynağı”nı kurutmaktansa, “basit tatminler”e ve “sınırlı iyileştirmeler”e kanarak, “ehven-i şercilik”e saptılar. Bu da ehvene ulaştıracak “birlik ve beraberlik yolları”nı tıkadı.

• En önemli kritik eşiklerden biri de şu: Müslümanlar ihsan makamından da uzaklaştılar. Allah’ın hepimizi her an görüp murakabe ettiği hakikatinden uzaklaşan müslümanlar, bu “ilahi murakabe”nin çizgisini de kolayca terk ettiler.

• Ve nihayet, en önemli eşiklerden biri, müslümanların hesap günü şuurundan uzaklaşmış olmaları. Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğimizi unuttuk! Bu yüzden, yapmamız gereken çok şeyi yapmadık, yaptığımız çok şeyi yapmamız gerektiği gibi yapmadık, yapmamamız gereken çok şeyi de yaptık. Böylece, “emrolunduklarını yapmayanlar” ve “yaptıklarıyla emrolunmamış olanlar”dan müteşekkil bir insanlar sürüsü üredi. Bunlar “hesap günü”ne dair bir endişe duymadıklarından, vazifelerini eda etmediler. Oysa ahirette, dünyada yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, mesela üzerimize farz olan “İslam kardeşliği”nden de hesaba çekileceğiz.

 

TEFRİKA KİMİN İŞİNE GELİYOR, BUNU HESAP ETMEDİK

Şu soruyu sormamız gerekiyor kendimize: Müslümanların ihtilaf/tefrika içinde olmaları, vahdeti gerçekleştirmemeleri kimlerin işine yarıyor? Tefrika İslam’ı mı hayata hakim kılıyor, yoksa küfrün tahakkümünü, tağutun egemenliğini mi güçlendiriyor?

İçimizdeki “az olsun benim olsun” bencilliğinden, “baş olayım, ben olayım” şeklindeki zihniyet bozukluğundan kurtulmalıyız artık. Çünkü, Şeriat’a aykırı olan tefrika içindeyken Şeriat’a talip olduğunu, farz olan İslam kardeşliğini terk edip, İslam’ın farzlarını hayata egemen kılacağını iddia edenin, samimiyetine güvenilmez.

Şimdi, kendi gruplarının başında bulunan, ama müslümanların vahdeti sağlandığında konumlarını kaybetmekten endişe ettiği için birlik ve beraberliğe yaklaşmayan, bir araya gelmek için yüzlerce gerekçe ve ortak nokta varken, bugün için öncelikli olmaması gereken farklılıklarla ayrılığı sürdürenler, kendi nefislerine şunu sorsunlar:

İslam hakim olacaksa, sen lider olmasan ne olur? İslam hakim olmadıktan sonra, sen lider olsan ne olur?

 

BİRLİK VE BERABERLİK İÇİN ORTAK NOKTALARIN ÖNEMİ

Müslümanların “bir ve beraber olma”ları için halimize dair yapmamız gereken “iç muhasebe” ve “iç ayıkla(n)ma” çok önemli.

Gerekirse “savaş”a dair kuralları da koyan İslam, esas olarak “barış” temeline dayanır; zaten “İslam” kelimesi, aynı zamanda “barış” anlamını da ihtiva eder. “İslam toplumu” ile diğer toplumlar arasında “barış”ı esas alan ve savaşı bile barış için öngören İslam, elbette kendi toplumu içinde bulunan “farklı kesimler arasındaki barış”a daha bir önem verecektir. Zira mü’minler, başka bir şey değil, ancak kardeştirler ve kardeşler; “İslam toplumu vücudu”nun birer hücreleri olarak, aralarında en yüksek düzeyde “uyum ve işbirliği”ne, “birlik ve beraberlik”e, “barış ve muhabbet”e ihtiyaç duyarlar. Bunun için;

• Aramızdaki “çatışma ve çekişme noktaları”nı tesbit edelim.

• Kendi “iç muhasebemiz”i yaparak birbirimize, “mü’min kardeşlerimiz”e karşı yaptığımız yanlışları tesbit ve düzeltme yoluna giderek “barış ve muhabbet”i aramızda yeniden tesis edelim.

• “Benim yanlışım senin doğrundan iyidir” anlayışına son verip, “ben ve sen ayrımı”ndan sıyrılarak “biz”e ulaşalım; “bir ve beraber” olalım.

• En azından bunun için çaba gösterelim, kafa yoralım, iş tutalım, yol ve yordam arayalım.

Çünkü görüyoruz ki;

İslam coğrafyası paramparça bir halde. Halen de paramparça edilmeye devam ediliyor, “küresel emperyalizm”in tasallutuna karşı duramayacak “mikro devletçikler”e bölünüyor!

• Her tarafta, “küresel habis güçler”in körüklediği “iç savaşlar” var.

Dünyanın her yanında, Müslümanların yaşadığı pek çok ülkede “Müslüman kanı” akıyor.

• İslam coğrafyası kan deryasına döndü, “kan ve gözyaşı”na boyanmış durumda.

Milyonlarca Müslüman, bu “parçalanmışlık ve çatışma ortamı”nda açlık, yoksulluk ve iç savaşlar sebebiyle hayatta kalma mücadelesi veriyor.

Bütün bunlar varken, “barış” demek olan İslam’a mensup Müslümanlar olarak aramızdaki birlik ve beraberliği sağlamak, “vahdet”i tesis etmek zorundayız. İçteki “çatışma ve çekişme noktaları”nın giderilmesi için gereken adımları atmak mecburiyetindeyiz. Birbiriyle çatışan farklı kesimler, akıllarını başlarına alarak “yeni bir başlangıç” yapmak zorunda. Önce her grup diğer gruplar için kullandığı söylemlerini düzeltmeli, ardından “kendi iç bünyelerindeki parazitler ve kirler”i temizleyerek “iç arınma ve ayıklama”yı sağlamalı, sonra da “kesin ve kalıcı bir sulh” için “ilahi hükümlere uygun olarak” bir araya gelip aralarında “tahkim”e işlerlik kazandırmalı.

 “Ümmet birliği”ne zarar veren “ayrışma”ya son vermek için, öncelikle ayarları düzeltmek icap eder. Çünkü esas sorun, “inançta aynı kıble”ye yönelen Müslümanların, “amelde farklı farklı ve birbirine zıt istikametlerde kıbleler”e doğru yol tutmuş olmalarıdır.

Çok “farklı düşünceler”e sahip olabiliriz.

Birbirine tamamen “zıt çalışma yolları”nı tutmuş olabiliriz.

“Anlayışlar”ımız farklı, “hayata bakış açıları”mız ayrı, “çevreyi ve olup bitenleri okuma ve değerlendirme biçimi”miz birbirinin çok aksine olabilir.

Ama işte bizden başka Müslüman yok. Ben, sen, o; biz, siz, onlar... Hepimiz bu kadarız ve böyleyiz işte.

O halde, birlik ve beraberlik için “yüzde yüz uyumlaşma”yı, “büyük oranda anlaşma”yı, “her şeyimizle veya çok şeyimizle aynılaşma”yı, “her hususta ya da çok hususta aynı kalıpta bulunma”yı beklememeliyiz.

Asgari müşterekler yetmeli bir araya gelmek için.

Ya da, sadece kim kiminle hangi hususta anlaşabiliyorsa, o alanda işbirliği yaparak ünsiyeti güçlendirip, muhabbeti geliştirebilir ve zaman içinde uyumlaşmayı azamiye çıkarabiliriz.

Yeryüzünde ne kadar Müslüman varsa, mutlaka ve mutlaka hepsinin yüzde yüz aynı olan “asgari müşterek nokta”sı elbette vardır. “Kelime-i Tevhid” gibi, “Kıble-Kabe” gibi daha pek çok müşterek nokta bulunabilir. İşte, sadece bu “müşterekler” hatırına, bu müşterekler kadar çalışma için olsun bir araya gelinerek, “vahdet” ve “birlik-beraberlik”te ilk adımlar atılabilir. Yine, tüm Müslümanlar arasındaki müştereklerden daha çoğu, farklı toplumlar, gruplar, kümeler, ekoller, cemaatler vs. arasında görülebilir. Bazı gruplar bazı gruplarla aralarında daha çok sayıda müşterek nokta bulabilir. O halde kim, kiminle ne kadar “müşterek”i varsa, o kadarıyla, sadece müştereklerde birlikte hareket etmeye başlamalı. Kiminle ne kadar anlaşabiliyorsak, sadece anlaştığımız kadarıyla ve o hususlarda bir araya gelelim, ayrı düştüğümüz hususlarda ise birbirimize yapıcı eleştirilerimizi sunsak da, hiç değilse çatışmamayı ilke edinelim. Her fırsatta ortak bir çalışma yapalım, ortak çalışmalar için fırsat arayıp üretelim.

Göreceksiniz, zaman içinde farklı gruplar birbirini tanıdıkça, müştereklerde ortak ve birlikte hareket ettikçe, aralarındaki “ayrılık noktaları” kalkmaya, mesafeler kapanmaya, anlaşmazlıklar giderilmeye, farklılıklar aynılaşmaya veya sorun olmaktan çıkmaya, böylece birbirlerine daha çok yakınlaşmaya, zamanla da tüm müslimler arasındaki müştereklerin sayısı ve niteliği çoğalmaya başlayacaktır. Bir ve beraber olalım. Dünyada Müslüman kanının akmasını ancak böyle durdurabiliriz.

 

SONUÇ: VAHDET ÜTOPYA MI?

“Müslümanların vahdeti ütopyadır” demek son derece sakıncalı ve Allah’ın muradına aykırı bir söz olur.

Eğer vahdet ütopya olsaydı; kendi zamanında Müslümanların vahdetini sağlayan Rasul’ün hayatının da ütopya olması ve bugün örnek alınacak bir hayat olmaktan uzak olarak tanımlanması gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman da Allah’ın, Rasul’e uymakla ilgili ayetlerinin hükmünün geçersiz olduğunu söylemek icap ederdi ki, bunun ne derece çirkin bir şey olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Yine, vahdet ütopya olsaydı, Allahu Teala Âl-i İmran suresi 103. Ayet-i kerimede “Hepiniz toptan Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın, (onu hayata hâkim kılın, ihtilaf ve tefrikaya düşüp fert fert, grup grup) parçalanıp ayrılmayın” buyurmazdı.

Demek ki Müslümanların vahdeti için, önce “parçalanıp ayrılmaması gereken kardeşler” olunduğu bilincine ulaşılması gerekiyor. Kur’an’a gerçekten tâbî olanlar için, vahdet hiç de zo

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul