Başlığa bakarak günübirlik politikadan bahsedileceğini sanan varsa başka makaleye geçebilir. Bu zanla yazıyı okumaktan vazgeçecek olanlarsa lütfen yazıyı bitirsin, zira konu bizim önemli bir meselemiz. Baştan uyarayım, konu derin ve dertli olduğumuz bir konu olduğundan hemen her cümle üç-beş cümlenin konsantre halidir desek abartı olmaz, dikkat yoğunlaştırabildiğiniz bir zamana ertelemenizde fayda olabilir.
Dünyada zulüm Kabil’den beri sürmektedir, ancak Kabil’in pişmanlığı ve kendisini ayıplaması günümüz zalimlerinde bulunmayan bir özelliktir. Hatta şunu vurgulamakta fayda var ki Dünya üzerinde her ölçekte bu kadar zulüm, katliam ve adaletsizlikler cereyan ederken kimsenin “ben zalimim, ben kötüyüm, ben haksızlık ediyorum” dediğine şahit olmamaktayız. Bu insanlar için böyle olduğu gibi kurumlar ve devletler bazında da böyle. Herkes doğru, herkes haklı ise neden Dünya cennete dönmüyor? Yanlışını görmek istemeyen kim acaba? Belki de hepimiz!..
“Eğer bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı da beraber o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Ancak ne var ki, hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılır.”(1)
“(Ey Rasûlüm), de ki: Size, yaptıkları iş bakımından (ahirette) en çok ziyana uğrayanları haber vereyim mi?
Onlar, o kimselerdir ki, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşuna gitmiştir; halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı”(2)
Bu duruma düşmemek için göstermemiz gereken hassasiyetler var, en başta da ‘Allah Teala ve Rasulü’nün çerçevesini çizdiği din’e ekleme ve çıkarma yapmadan olduğu gibi yaşamaya çalışmak. Böyle bir şey yaptığını hiçbir Müslüman kabul etmez ve zaten bilinçli olarak yapmaz. Bunu fark etmeden yapmadığımızı bilmek için kendimizi sürekli olarak sorgulamalıyız.
İslam aleminin yenilgi dönemini yaşamaktayız ve bunun iç sonuçları dış sonuçlarından daha ağır olmakta. Bunu fırsat bilen aşırı reformist yaklaşımları bir kenara bırakacak olursak, bu durumdan kurtulmak için iyi niyetli ıslahat fikirleri, 19. yüzyıldan bu yana İslam alemindeki umumi efkarı tesir altına bırakmaktadır. Bunlardan bazıları düşülen durumu İslam’ın yeterince yaşanmamasına bağlarken, çoğu fikir akımı İslam’ın müktesebatını sorgulamak ve yeni bir yol çizmek şeklinde hedef belirlemişlerdir. Dikkat edilirse çıkış noktası siyasidir. Harici fitnesinden başlayarak tarihte İslam’ın ana gövdesinden ayrılmaların hepsinde siyasi bir yön vardır. Belki Mutezile’yi bunun dışında tutabiliriz ama o da daha sonra haddinden fazla siyasileşmiştir. 19. yüzyılın ıslahatçı fikirleri doğal olarak dönemin hakim duruma geçmiş kültürlerinde revaçta olan fikri ve siyasi akımlardan önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Bazıları güncel ideolojilerden yöntem ve söylem ödünç almaya kadar giderken, bazıları onlara reddiye şeklinde ortaya çıkmış, ancak bu da fikri benzeşmeye kapı aralamıştır.
Yenilginin böyle bir fetret dönemi yaşanmasına neden olmaması için gerek ve yeter şart; yenilen İslam toplumunun yakîn derecesinin, İslami şuurunun korunmuş olmasıydı. Öyle olduğunda, Rabbimizin buyurduğu:
“Eğer size (Uhud Savaşı’nda) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah'ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.” (3) Şehidler/şahidler ortaya çıkacak, onlar yenilgi halinde de imanlarında en ufak şüphe ya da zaaf göstermeyecek, Allah tealanın ipine sımsıkı yapışacaklardı. En güzel şahidlik, her şey aleyhine gözükürken yapılanı değil miydi? Hz. Ebu Bekir (RA)’i sıddık’lık makamına ulaştıran da böyle bir dönemdeki şeksiz-şüphesiz ve tereddütsüz şahidliği değil miydi?.. “Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır.”
“İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: Allah bize yeter. O ne güzel vekildir". (4)
Son yenilgimiz böyle olamadı. Zaafımız ortaya çıktı. Batılı ideolojiler yandaş olanı da, karşı duranı da bir şekilde etkisi altına aldı. Kazanan haklıdır şeklindeki protestan mantık göz önünde olmasa da, perde arkasında bütün ümmeti tesir altında bıraktı. Vaktin düşünürleri, kanaat önderleri bu tesir altında fikir ve aksiyon üretebildiler. Sonuçta ortaya çıkan çözümlerde İslam’ı katışıksız bir şekilde yaşamaya çalışanlar azınlık haklarına dahi ulaşamadılar.
Bu dönem anlaşılmadan gittikçe derinleşmeye başlayan ve İslam aleminde neşet eden ve işi birbirlerini öldürmeye, türlü entrikalar ve sonuca ulaşan veya ulaşmayan darbe girişimlerine vardıran fırkalar çıkmasına yol açan fay hatlarını anlamak mümkün olmayacaktır. Siyasi yelpaze içinde takiyyeci bir anlayışla yer alma düşüncesinden tutun, Selefiliğin karikatürü denebilecek düz mantıklı ve haşin irili ufaklı akımlara, Kur’an’ı bize ulaştıran herkesi yalancı ve Rasulü (sav) postacı mertebesine indirgeyip Kur’an tercümesini tek mürşid kabul etmek gibi garip; Şia ve Vehhabiliği birleştirmek gibi eklektik yaklaşımlara kadar pek çok marjinal yaklaşım kitlelere ulaşma imkanını yenilgi psikolojisinden beslenerek bulmuşlardır. Gönül fethi ile yaşadığımız topraklar dahil olmak üzere pek çok coğrafyayı İslam’a kazandırmış hakiki tasavvuf hareketleri post kolonyalist “kurtarıcı” merkezli laik devrimlerin sillesini yedikten sonra uzlaşmacı bir tavır benimseyerek varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Ne gariptir ki, reformist eğilimli İslamcı akımların demokratik sistemde mücadele metodu benimseyerek kendilerini tavizkar bir ortama atmaları geleneksel/tasavvufi kanadın ciddi teveccühüyle karşılanmıştır ki bunun bir nedeni, bu akımların diğerkâm/toplumcu özelliklerinden kopamayarak halkın çoğunun saflarına katılabileceği, az zararla atlatılabilecek yönteme sıcak bakmaları ise; diğer bir sebebi mutlaka post kolonyalist ilhad hareketlerinin gönüllerine saldığı korkutucu/acı tecrübeler olsa gerektir.
Sonuçta Nasreddin Hoca’nın yüzüğünü yatağının altına düşürüp sokak lambasının ışığı altında araması gibi, maksuda uzak da olsa kabul gören yaklaşımlar avantajlı duruma geçmiştir. İslam aleminde çıkış noktası arayan her hareket kendisine tanınan “meşruiyet(!)” alanının içinde münferit İslam’a kazandırma (aslen Allah(cc)’ın hidayetine vesile olma) hadiselerini geçemeyen menzillerde çabalamaktadır. Bunlara bakıp ya da hataları görüp çabalamayı bırakan ve kendi dünyasına çekilip nefsiyle baş başa kalan samimi mü’minler de hesaba katılmayan gizli kayıp olarak sayılmalıdır.
Adil ve Fasid Siyaset
Bu bahsettiğimiz dönüşüm süreci siyasi açıdan tam bir fetret dönemine denk geldi. Bunun fikri bir fetrete yol açması gerekmiyordu, ama o da oldu. Zira itikadi ve fıkhi geniş bir müktesebata sahip olan mevcut İslam yazınında ilhad hareketlerine çok az değinilmişti veya o alanda sağlam bir Vandalizm sergilenerek kaynaklar yok edilmişti. Ne olursa olsun Moğol istilası dönemini kısa sürede atlatan İslam toplumunda böyle bir çığırın açılacağına dair öngörünün ne derece olabileceği tartışmaya açıktır. O dönemde elimizde kalan siyasi gücün de kıymeti bilinmedi. Ehli Sünnetin teeni ve temekkünle yaptığı yorumlar ümmetin omurgasını teşkil etmenin sorumluluğunu yansıtmaktaydı, ancak demode ve sünepe olarak algılandı. En azından o dönemin ıslahatçılarının bugünkü izdüşümlerinde bu böyle. Sonuçta fevri ve siyasi yaklaşımlarla elde olan da gitti.
Vaktiyle Abdulhamid’e muhalif safta yer aldığı için idamdan kurtulan alimlerden olan Bediüzzaman’ın sonradan Cumhuriyet döneminde de siyaset sahnesinde nasıl oyunlar döndüğünü görmesi ile “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” demesi, talihsiz üstadın pek çok söz ve davranışı gibi istenen tarafa çekilmiş; hatta onun izinden gitme iddiasında olan bazı fraksiyonlar işi en kirli siyasetin ta içine girerken bu sözü tutamak yapmaya dahi götürmüşlerdir.
Bu gibi ifrat ve tefrit hastalıklarından salim hareket edebilmek için İslam’ın siyasetinin görünür olması gerekmektedir. İnsanın hiçbir yaşamsal alanını boş bırakmayan Allah (cc)’ın siyaseti bugün kendilerine “siyasi” denilen kişilere bıraktığını düşünebilir miyiz? Ya da bu alanı yok saydığını?
Oysa siyaset ne amaç olabilir, ne de şeytani bir şey. Neden? Zira insan unsurunun bulunduğu her yerde bir siyaset vardır ve her insani hususta olduğu gibi İslami olan (milel) ve şeytani olan (nihal) şekilleri söz konusudur. Rasulullah (sav)’ın bir siyaseti olduğunu görmezden gelirsek siyaseti şeytanlaştıran ancak onun başka şekilde olamayacağı yanlış kabulü üzerinden fasid siyasete bulaşan yaklaşıma yuvarlanmak kolaydır. Ya da kendisini sosyal her olay ve çabadan çekme gibi ütopik yaklaşımlarla kendini aldatmak da söz konusu olabilir. Aslen parti kurup İslam’ın emirlerini devletin başına geçmeye erteleme gibi İslam tarihinde hiçbir uygulamaya zorlama olarak bile kıyas edemeyecekleri işlere “cihat” diyenler cihada, bugün terörü cihat olarak görenlerin yaptıkları kötülüğün bir benzerini yaptılar. Cihad önce nefsinde, sonra aile efradında, sonra mıntıkasında ve sonra yurdunda İslam’ın yaşanması için gösterilen gayretleri ifade edecek iken anlam kaymasına uğratıldı ve insanların enerjileri mesnetsiz ve semeresiz işlere yöneltilerek “İslami gayret” büyük darbe almış oldu.
Bugün kişileri aşırı yüceltme ya da yerin dibine batırma gibi aşırılıklar bir yana, siyaseti de politika ile karıştırma gibi büyük bir hata söz konusudur. Bizim düşebileceğimiz ifrat ve tefritin boyutları ise politika karşısındaki duruşundan veya seçiminden dolayı insanları tekfir etmek şeklinde olabilir. Burada sorun tekfirin gerekleri yerine gelmeden, “siyasi maslahat” sağlanması için buna başvurulmasıdır. Bu maslahat, insanların politika sahnesinin aslen ladini ve kirli olduğunu göstermek de olabilir. Ancak bunun için itikadi kaideleri zorlamak-dejenere etmeye değer mi, bunun da İslam siyaseti açısından değerlendirilmesi elzemdir.
Büyük resme bakacak olursak “Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah'tan başka bir veli de bulunmaz.” buyruğunun içinde biz de varız, bu halkın içindeyiz ve layık olduğumuzu buluyoruz. İnsanları ikaz ettiğimiz noktalarda haklı olabiliriz ancak bir şeyleri yanlış yapıyor olsak da bunu göremeyecek bir şekilde bir şeylerin paniğindeyiz.
Allah (cc)’a şükürler olsun ki ümmete dini kolay ve anlaşılır kılmıştır. Rasulullah (as)’ın siyasi duruşu ve yolu hepimiz için örnektir. Merhameti, ahlakı ve kuşatıcılığı da. Fiili ve kavli dua ile bunu istemeliyiz. Rabbim muvaffak buyursun.
- Zümer Suresi 47. ayeti kerime meali
- Kehf Suresi 103, 104. ayeti kerime meali
- Ali İmran Suresi 140. ayeti kerime meali
- Ali İmran Sıresi, 172-173. ayeti kerime mealleri
- Ra’d Suresi 11. ayeti kerime meali