Allah’ın arzında devletin İslâm’ı olmaz, ama İslâm’ın devleti olur. İslâm devletsiz de olmaz. Devletsiz kalmış İslâm hedefine ulaşamaz. Devlet müessesesinin Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine göre teşekkül ettirilmesi, İslâm’ın amir hükümlerindendir. İslâm devleti, kendi nevi şahsına münhasır alternatifsiz bir devlettir. İslâm devleti, İslam hukukuna dayalı bir hükumet biçimine sahip bir devlettir. Hak ve hukuku İslâm’dan almayan ve İslâm’a dayandırmayan hiçbir devlet İslâm devleti sayılmaz. Genelde dünyada, özelde ise İslâm topraklarında dinin devleti belirlemesinden ziyade, devletin dini ve dini kurumları belirlemesi ve şekillendirmesi, başlı başına bir tuğyandır. İslâm devleti bu tuğyana isyanın mücessem ifadesidir.
Rabbimiz ferman buyuruyor: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (1)
Bu âyet-i kerime, bütün zamanlarda ve mekânlarda Cemaatü’l Müsliminden bir İslâm devleti ve İslâmi bir hükümet teşkil ettirmesini behemehâl istemektedir. Kendilerini Müslümanların cemaatine nisbet eden, Müslümanlardan olmakla iftihar eden her Müslüman bundan sorumludur. İslâm devletinin ve İslâmî hükümetin kaynağı bizzat Kur’ân-ı Kerim’in kendisidir
İslâm toplumu, İslâm devletinden önce gelir. Hz. Peygamber (sav), İslâm dinini geniş kitlelere tebliğ edebilmek için ilk önce bir İslâm toplumuna ihtiyaç duymuştur, belirli bir sayıya ulaştıktan sonra İslâm dinini yaymak ve Müslümanların sosyal ve siyasî sistemlerini hür bir şekilde hayata geçirebilmeleri maksadıyla sağlam dünyevî araçlara da ihtiyaç duymuştur. Bu araçların başında siyasî bir teşkilat olarak vahye dayanan yeni bir devlet kurma zarureti ortaya çıkmıştır. İslâm devleti, dinde bir zarurettir. Aksi halde ahkâm-ı İslâmiyyenin tenfizi mümkün olmaz. (2) Medine toplumu aşiret ve kabilelerden oluşuyordu. Bu aşiret ve kabileler birbirleriyle sürekli savaşıyorlardı. Keza aşiret ve kabileler arasında emniyet ve güven de kalmamıştı. Bunun için de öncelikle Medine halkının güvenliğini temin için bir şehir devleti kurma ihtiyacı hissedildi. Bu ihtiyaç toplumsal kabul haline gelmişti. Hz. Peygamberi devlet kurmaya yönlendiren en önemli sâik; bu toplumsal ihtiyaç değil, bizzat dinin kendisidir. Dinin her hükmü ve nehyi, bir İslâm devletini kurmamızı bizden ister. Bilindiği gibi Arap toplumu, köylü (bedevî) ve kentli (hadarî) lerden oluşuyordu. Köylü toplum yapısı kabile ve aşiretlerden meydana geliyordu. Kentli toplumlar da bundan farklı değildi. Bu toplumlarda vatan kavramı ve siyasi otorite de yoktu. Peygamberimizin (sav), Medine’ye hicretten sonra sosyal hukuk alanında ilk sosyal siyaseti, Medine site devletini kurmak olmuştur. (3)
İlk İslâm devletini Hz. Muhammed (sav) Medine’de kurmuştur. Dünya en büyük örnek ve önder devlet başkanı Hz. Muhammed (sav)’dir. Medine’de devletin kurulmasıyla birlikte dinî liderliğin yanında dünyevî anlamda bir siyasî/sosyal lider konumuna da gelen Hz. Peygamber (sav), çeşitli bölgelere sahabilerinden valiler göndermeye başladığı gibi çevre ülkelerin krallarına ve devlet başkanlarına da bu yeni sıfatıyla tebliğ mektupları gönderdi ve İslâm’ın dinî ve dünyevî boyutlarına işaret etti.
İslâm devleti; bir basiret, bir firaset ve siyaset devletidir. İslâm devletinin siyaseti; biri dâhili, biri de harici olmak üzere iki çeşitten meydana gelmiştir. İslâm devletinin dâhili ve harici siyasetleri birbirlerinin mütemmimidirler.
İslam Devleti’nin Müslüman ve Müslüman olmayan ülkelerle olan dış siyaseti Allah’ın gönderdiği şeriat belirler. Bu çerçevede İslam Devleti’nin dış ilişkileri, Kur’an’daki temel esas dayanaklarının yanı sıra Hz. Peygamber’in uygulamaları da takip edilerek Müslüman ülkelerin birbirleriyle ve gayri Müslim ülkelerle olan ilişkileri şeklinde iki kategoride açıklanmıştır. İslâm devletinin dışı siyasetinde esas Kur’ân’dır, nizamname Rasûlüllah (sav)’in sünnet ve siretidir.
İslâm devletinin dış siyasetinin hedefi, İslâm’ın bütün cihana yayılmasıdır. Bu husustaki temel ilke, “İslâm Cihanşümuldür, İslâm Daveti Engel Tanımaz.” İslâm'ın yayılması, İslâm Devleti'nin başka devlet ve toplumlar ile olan ilişkisinin dayandığı esas olmaya devam etmiştir. Bu esas, hiç bir halife döneminde değişmemiştir. Zaten İslâm Devleti'nin varlığı, içeride İslâm'ı tatbik ile dışarıda bütün dünyaya İslâmî daveti götürmek ve yaymak esasına dayanır. Onun için İslâm Devleti'nin dışarıdaki en mühim işi, İslâm davetini taşımaktır. İslâm'ın yayılmasını dış siyaset için esas kılan şey, Muhammed (sav)'in tüm insanlar için gönderilmesidir. Zira Allahu Teâlâ buyurdu ki:
"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (4)
"Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt geldi." (5)
"Ey insanlar, ben hepinize gönderilmiş bulunan Allah'ın elçisiyim." (6)
"Sizi ve ulaşacak olan kimseleri uyarmam için bana bu Kur'an vahyedildi." (7)
"Ey Rasûl’ Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun Risalet’ini tebliğ etmemiş olursun." (8)
İslâm devletinin ilk görevi, İslâm’ı bütün yönleriyle cihana yaymaktır. İslâm devletinin asli misyonu olan tebliğ; genelde ümmetin, özelde bilenlerin aslî aksiyonudur. İslâm devleti, İslâm’ı götürebileceği her yere götürür. Bu hususta Rasûlüllah (sav) şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki, bu iş (bu dinin hâkimiyeti) gece ve gündüzün ulaştığı yerlere ulaşacaktır. Allah ne bir kerpiç ev ne de bir keçe çadır bırakmayacak; azizi aziz ederek, zelili zelil ederek, bu dini ona dâhil edecektir. Allah'ın bu işte aziz edeceği İslâm'dır. Allah'ın bu işte zelil edeceği küfürdür.” (9)
İslâm devleti; bir zillet devleti değil, bir izzet devlettir. Dünyayı küfrün ve şirkin pisliklerinden arındırmak İslâm devletinin görevidir. İslâm devletinin dış siyasetinin değişmeyen ikinci ilkesi; içeride tesis edilmiş kardeşliği koruyarak cihan sulhunu gerçekleştir. “Daru’l İslâm’da kardeşlik, daru’d-dünyada sulh esastır” kaidesi, İslâm devletinin dış siyasetini bağlayan bir kaidedir. Kur’ân-ı Kerim, sulhun hayır olduğunu söyler. “Sulh hayırdır” (10) Cihan sulhunu gerçekleştirmek, İslâm devletinin dış siyasetinin vazgeçilmez hedefidir. İslâm devletinde siyaset; “dostlara karşı mürüvvetkârane muaşeret, düşmanlara karşı da sulhkârane muamele” minvali üzere devam eder. İslâm uleması, İslâm devletinin dış siyasetinin bu maddesi hususundaki hükümleri şöyle özetlemişlerdir:
Kâfir düşmanları ablukaya aldığımız zaman onları İslâm'ı kabul etmeye davet ederiz. Eğer Müslüman olurlarsa İslâm ümmetinin bir parçası olacakları için onlarla savaşmak haram olur. Eğer İslâm'ı kabul etmezlerse, onlardan cizye talep edilir. Eğer cizye vermeyi kabul ederlerse kanlarını ve mallarını bu cizye ile korumuş olurlar. Üzerlerinde yaşadıkları topraklar İslâm'ın hükmettiği Dâru’l İslâm olur. Müslümanların sahip oldukları adalet ve iyi muamele, himaye, işlerinin güdülmesi, kendilerinin savunulması gibi haklardan onlar da istifade ederler ve devletin ve nizamın korunması sorumluluğuna da ortak olurlar. Eğer düşman İslâm'ı ve cizyeyi kabul etmezse o takdirde savaş helâl olur. Bunun için bir ülke halkına İslâm daveti yapılmadan onlarla savaşmak helâl olmaz. Nitekim İslâm fakihleri, İslâmi davetin kendilerine ulaşmadığı kimselerle savaşmak bize helâl olmaz, demişlerdir. Fakihler, Dâru’l-harb ile ilişkilerde savaş durumunun esas olduğunu ifade etmişlerdir. Fıkıh kitaplarında bu hususta birçok örnek bulunmaktadır. Fakihlerin dârü’l-harble ilişkileri savaş olarak benimsemelerinin temelinde gayrimüslimlerin öldürülmesinin gerekliliği düşüncesi yoktur. Çünkü gayrimüslimler, eman ve zimmet akdine dayalı olarak yüzyıllarca Müslümanlarla aynı yurtta yaşamışlardır. Sırf inkârı sebebiyle insanların öldürülmesi gerekli olsa idi, Hz. Peygamber (sav) döneminden başlayarak asırlarca Müslümanlarla gayrimüslimlerin beraber yaşamaları söz konusu olmazdı. Ayrıca İslâm savaş hukuku ilkeleri de göstermektedir ki Müslümanların muharip olmayan insanları öldürmeleri caiz değildir. (11) İslâm'ı kabul etmeme tek başına öldürme sebebi olsa idi muharip olsun olmasın herkesin aynı kategoride değerlendirilmesi icap ederdi. Böyle bir algılama ve uygulamanın olmaması, fakihlerin inkârcılığı tek başına öldürme sebebi olarak kabul etmediklerini göstermektedir. Bu tespiti yaptıktan sonra fıkıh mezheplerinin dâru’l-harble ilişkilerde savaşı temel almalarının doğru bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir. Cihad geniş anlamıyla İslâm’a hizmet amacıyla yapılan her türlü çabayı kapsamaktadır. (12) Dar (teknik) manası ise, Müslümanların korunması, İslâm’ın tüm insanlığa duyurulması ve dünyada adalet ve hakkaniyetin sağlanması (13) amacıyla gerekli olduğunda savaşmaktır. Fıkıh kitaplarında cihadın farz bir yükümlülük olarak nitelendirildiği görülmektedir. (14) “Önceleri sadece savunma amaçlı savaşlara izin verilmiş, daha sonra gelen ayetler ile Müslümanlar tarafından başlatılacak savaşlara da izin verilmiş ve hüküm cihadın farziyeti üzerine müstekâr olmuştur.” (15) “Cihad, kâfirin küfrü sebebiyle hasen hükmündedir. Çünkü kâfir, Allah’a ve Müslümanlara düşman olmuştur. Bu sebeple cihad kâfirleri yok etmek, hak dini güçlendirmek ve i’lây-ı kelimetullah için meşru kılınmıştır.” (16) “Başlangıçta sadece savunma savaşına izin verilmiş ancak daha sonra bu sınırlandırılma kaldırılmış mutlak olarak cihad emredilmiştir.” (17) Bu hükümler, fakihlere göre müdafaa dışında da savaş yapılabileceğini göstermektedir. Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin temel fıkıh kitaplarında dârü’l-harbe sefer düzenlemenin devlet başkanlarının görevleri arasında görülmesi, dârü’l-islâm ile dârü’lharb arasında aslolan ilişkinin savaş hali olarak kabul edildiğini göstermektedir. “Müslümanlar yeterli güce sahipse en yakın düşmandan başlayarak cihad etmek halifenin görevidir. Özürsüz olarak bir yılın cihad yapılmadan geçirilmesi uygun olmayacağından dolayı her sene düşmana sefer düzenlemek gerekir. (18) İhtiyaç olması durumunda senede birden fazla da cihada çıkmak gerekir.” (19)
Medine devleti, hangi ırk ve hangi milletten olursa olsun eman ve emniyet açısında güvenlik (can, din, akıl, mal ve nesil güvenliği) içinde barışçı bir şekilde birlikte yaşama modeli ekseninde bütün vatandaşlarına din ve vicdan hürriyeti, sosyal hayata katılım, hür teşebbüs ve mülk edinme hakkı vermektedir. Devleti İslâmiyyenin siyaseti; dâhilde ahkâm-ı şer’iyyeyi/ şer’î hükümleri tatbik etmek, dışarda ise daveti taşımaktır. İslâmî davetin önündeki engelleri bertaraf etmek harbilerle savaşmak, İslâm devletinin dış siyasetinde bir esastır. İslâm’a Daveti, İslâm’ın sultası altında Müslümanlarla barış halinde yaşamayı kabul etmeyenlerle savaşmak, İslâm dinin değişmez emridir. İslâm devletinin dış siyaseti bunu gerektirir.
İslâm devletinin dış siyasetinde Küfür Cephesi; Kâfirler, Müşrikler, Münafıklar, Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hıristiyanlar) bir de bunların mecmûundan meydana gelmiş olan muharip grup denilen Harbiler muhatap alınmışlardır. Bunların hepsi için İslâm devletinin dış siyasetinde geçerli olan “Küfür Tek Millettir” ilkesidir. “Küfür Tek Millettir” ilkesi, İslâm devletinin dış siyasetinin omurgasını teşkil eder. Rabbimiz Peygamberimiz üzerinden bütün Müslümanları uyarıyor:
“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” (20)
Bu âyet-i kerime’de Yahudi ve Hıristiyanlar ayrı ayrı zikredilmelerine rağmen milletlerinin (dinlerinin) tek bir tane olduğu beyan edilmiştir. O da küfürdür. Bu âyet-i kerime aynı zamanda küfrün tek millet olduğuna da delildir. Küfrün tek millet olduğu hususunda Hanefi, Şafiî ve Hanbeliler ittifak etmişleridir. (21) İslâm devleti dış siyasetinde “Müslim”, “Gayr-i Müslim”, “Harbi” taksimatını yaparak insanlara muamele eder. İnsanlık tarihi de; vahye inanan Milel ehli ile vahyi inkâr eden Nihal ehlinden meydana gelmiştir. İslâm devleti yerine göre savaşır, yerine barış sulha yanaşır, anlatma yapar. Ancak İslâm devleti yaptığı anlaşmalarda Allah’ın kitabında bulunmayan şartları ileri süremez, muhatabları tarafından ileri sürülürse asla kabul edemez. Rasûlüllah (sav) buyuruyor: "Bazı insanlara ne oluyor da Allah'ın kitabında olmayan şartlar ileri sürüyorlar. Sayısı yüze ulaşsa da Allah'ın kitabında olmayan şartlar batıldır. Allah'ın kitabı uygulanmaya, Allah'ın şartları da güvenilmeye daha uygundur." (22)
İslâm devleti, cihad ile sulhu birlikte yürütür. Çünkü İslâm devleti; hem cihad ve hem de sulh devletidir. Bunu ehl-i irfan bir şairimiz şöyle ifade etmiştir:
"Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh;
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh."
İslâm devleti cihad adına sulhtan, sulh adına da cihaddan vaz geçmez. İslâm devletinin dış siyaseti; dünyada isimleri, konumları farklı olsa da bütün ideolojileri ve ideologlarıyla, dinleriyle küfrün tek millet olduğunu hesaba katarak maddi ve manevi bütün imkânları kullanarak dinine, ırkına, diline, rengine, coğrafyasına bakmaksızın zulme uğrayan bir mazlumu kurtarmak için bütün bir kâinatı seferber etme siyasetidir. İslâm devletinin bu dış siyaseti, asrımızda bütün insanlığın müşterek hasretidir.
Dipnot
1- Âl-i İmran Sûresi, 104
2- Prof. Abdülkerim Zeydan, el-Ferdü ve Devletü fi’ş- Şeriati’l İslâmiyye, Sh: 9, Kuveyt/1978
3- Bkz. Avva, Muhammed, Selim, İslâm Devletinde Yönetim Şekli, Sh: 22-23, Mana Yayınları, İst./ 2011
4- Sebe Sûresi, 1
5- Yunus Sûresi, 57
6- A’raf Sûresi, 158
7- En’am Sûresi, 19
8- Maide Sûresi, 67
9- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/103; Taberani el-Kebir, 20/254, h.no: 601
10- Nisa Sûresi, 128
11- Bkz.Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, IV, 1415; Abdüsselâm b. Saîd Sahnûn, el-Müdevvenetü’l-kübra, Kahire 1323, II, 6; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 194; Ebû Muhammed Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muğnî, Hecr li’t-Tıbaa ve’n-Neşr, Kahire 1992, XIII, 175, 180
12- Es’ad Muhammed Saîd es-Sagracî, el-Fıkhu’l-hanefî ve edilletühü, Sh: 327, Darü’l-Kelimi’t-Tayyib, Dımaşk 2000
13- Ebü’l-Hasan Burhanuddin Ali el-Merginânî, el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, c:2, Sh: 135, Eda Neşriyat, İstanbul 1991
14- Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 187; Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed İbn Rüşd, Bidâyetü’lmüctehid ve nihâyetü’l-muktesıd, Dârü’l-Mâ’rife, Beyrut 1998, II, 179; İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 6
15- Serahsî, el-Mebsût, X, 2
16- Abdülaziz b. Ahmed b. Muhammed el-Buharî, Keşfu’l-esrâr alâ usûli’l-Pezdevî, I, 280 Beyrut/1997
17- Şihâbuddin Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc ilâ şerhi’l-Minhâc, Darü’l-Fikr, Beyrut 1984, VIII, 45; Celâleddin es-Suyûtî, el-Hâvi li’l-fetâvâ, I, 327, Darü’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut ty.
18- Ebû Abdullah Muhammed b. İdris eş-Şâfiî, el-Üm, II, 177, Darü’l-Fikr, Beyrut 1990,; İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 10; Gamravî, es-Sirâcü’l-vehhâc, s. 400; Muhammed Emin İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, Şâmil Yayınevi, İstanbul 1982, VIII, 375.
19- Ebû İshak İbrahim b. Ali eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmam eş-Şâfiî, II, 228, Matbaatü Mustafa el-Bâbî elHalebî, Kahire/1959
20- Bakara Sûresi, 120
21- Tefsiru’l Kur’âni’l Azim (İbn-i Kesir) c: 1, Sh: 163, Beyrut/ 1969
22- Sahih-i Buhari, Mukateb 2, Tecrid-i Sarih Hn. 1122, et-Tac 2/272