15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / Ashab-ı Kehf: Cesur ve Bilge Gençlerin Tevhid Direnişi
Ashab-ı Kehf: Cesur ve Bilge Gençlerin Tevhid Direnişi

Ashab-ı Kehf: Cesur ve Bilge Gençlerin Tevhid Direnişi Mehmet YILDIRTAN

Kur’an kıssaları, mü’minlerin hayat ve davet yolunda karşılarına çıkabilecek zorluklar ve kolaylıklarla alakalı misalleri haber verir. Aynı zamanda bu kıssalar mü’minlerin gerek nefisleriyle/kendileriyle gerekse de muarızlarıyla/düşmanlarıyla olan mücadelelerinde rehber olma maksadı taşır. Kıssaların ortaya koyduğu modeller ve örnekler dikkatle incelendiğinde, geniş bir zamanı ve mekanı kuşatan evrensel ibretleri tahsil etmek mümkündür.

Ashab-ı Kehf kıssası da temiz gençlerin Allah rızası için yaptıkları zorlu bir “konfordan vazgeçiş” ve “imanda sebat” mücadelesinin anlatımıdır. Bu olay gerçekleştiğinde insanları o kadar etkilemiştir ki, gerek İsrailiyyat olarak, gerekse pek çok efsanevi hikayeye konu olarak insanlığın kültürel hafızasına da kazınmıştır. Pek tabi ki doğrunun ve yanlışın birbirine karıştığı bu tarihsel vasatta, Allah’ın “hak” ile verdiği haber vesilesiyle “hakikatin” irfanı mümkün olabilir. İnceleyeceğimiz ayetlere dair yapacağımız tefekkür yolculuğu, çıkarılması gereken derslerin ve ibretlerin ihyasına matuf olacaktır.

Bir grup genç, ülkelerindeki şirk düzeninden, fitneden ve hayatlarına kasteden yönetimden uzaklaşmak için bir mağaraya sığınıyorlar. Nitekim surenin Mekkî bir sure olması da, imanı, tevhidi ve ahlakı muhafaza etmeye dair bir nüzul sebebinin de ipuçlarını veriyor1. Rabbimiz bu gençlerin yaşadıklarını bize Kehf Suresi 9. ve 26. ayetler arasında aktarıyor.

“Yoksa sen, (sadece) Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm'i mi bizim ibret verici delillerimizden sandın? Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, "Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır" demişlerdi. Bunun üzerine biz de nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapattık. (Onları uyuttuk) “ (Kehf Suresi, 9-11)

“HAYRET” ve “HAYRANLIK” UYANDIRAN BİR AYET

Sureye ismini de veren “kehf” kelimesi “dağda bulunan mağara” anlamına gelir2. Bu kıssada, bize ibret vesikası olacak gençlerin yaşadığı olayların merkezinde bu mağara vardır. O gençler; adeta yeniden doğmak ve dönmek için geri çekildiklerinde, bir yuva gibi yıllar boyunca huzurla uyudukları ve şefkatle korundukları bir menzildi bu mağara...

“Ashab-ı Rakim” ibaresi ile de aynı gençlerin kastedildiğine dair hakim bir görüşten bahsedebiliriz. Zaten ayette  “Ashab-ı Kehf ve Rakîm” şeklinde zikredilmesi de buna delil teşkil edebilir. “Rakîm” kelimesinin ne anlama geldiğine dair çok fazla rivayet olmakla beraber şu anlamlar ön plana çıkıyor: Mağaranın bulunduğu dağın ya da vadinin adı, gençlerin yaşadığı köyün ismi, gençlerin isimlerinin yazıldığı kitabe veya levha3. İbn Abbas, Said bin Cubeyr, İbn İshak, İbn Cerir gibi selefin ciddi bir kesiminden de benzer şekilde “rakîm” kelimesinin levha ya da kitabe anlamına geldiğine dair görüşler nakledilir4. Bu bilgiler bize olayın ne kadar önemli ve etkili olduğunu, olaya şahit olan insanların olayı bir şekilde kayda geçirmek istediklerini gösteriyor.

Kıssanın anlatıldığı ayetler, Allah’ın hayret verici mucizelerinden sadece ama sadece bir tanesinin “Ashab-ı Kehf” olduğunu hatırlatarak başlıyor. Aslında bu kısmı iki şekilde anlayabiliriz. Evveliyetle, aciz bir kul olarak kendi zaviyemizden baktığımızda bu şaşılacak mucizevi bir keramettir şüphesiz ki…  Kul olarak bu türden olağanüstü olaylarda hissedilen duygu “hayret”  içeren bir “hayranlıktır”.  “Hayret” ve “hayranlık” kelimelerinin aynı kökten türemiş olması da bir lugâvî tevafuk olarak not edilebilir.  İmam Fahruddin Er-Razi de bu ayetin ve devamının tefsirinde, kelâmî açıdan uzun uzun kerâmet bahsini incelemiştir5.

İkinci prespektif ise, yüce Rabbimizin sınırsız gücü ve kudreti açısından baktığımızda, bütün bir kainatı yaratan ve yöneten Allahu Teala için bu şaşılacak bir olay değildir, onun tek delili/mucizesi/ayeti de bu değildir. Bu iki perspektifi aynı anda veciz bir şekilde veren ayet, Allah ile kul arasındaki mutlaklık(yaradan) ve muhtaçlık(kul) ilişkisini de derin bir tedebbür ile hatırlamamıza ve akletmemize vesile oluyor.

GERİ ÇEKİLEREK DİRENME

Bir aksiyon olarak mağaraya çekilmek; mücadeleden vazgeçmek ya da pes etmek değildir. Bu aksiyon; pasif bir direniş olarak, kendini yani canını, imanını, ahlakını korumak için tek yol kaldığında tecrid olmanın gerekliliğini gösteriyor bize. Bu tecrid bazen topluca bir mağaraya çekilmek olabilir, bazen de tüm toplumun beis görmediği hatta fazilet saydığı ve topluca katıldıkları bir işten sadece Allah rızası için geri durmak olabilir. Burada aksiyonun niteliğini, tecridin miktar ve biçimini ortamın fitne düzeyi belirliyor diyebiliriz.

Bu gençler; sayıları çok az ama cesaretleri çok fazla olan bu yiğit müminler; hiçbir yol kalmadığında, gerek din gerekse can emniyetleri tehlikeye girdiğinde Allah’ın verdiği bir basiretle uzun yıllar sükunetle kalacakları evlerine dönüyorlar. Bu ev, Allah’ın izniyle ve rahmetiyle onları adeta anne rahmi gibi koruyan ve bu kıssanın da merkezinde yer alan mevzubahis mağara oluyor.

“Sonra onları uyandırdık ki, iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim.” (Kehf, 12)

Gençler, tecessüm etmiş birer mucize olarak yıllar sonra uyanıyorlar. Kendi aralarında gerçekleşen ve ne kadar süre uyuduklarına dair yaşanan diyaloglardan haberdar ediliyoruz. Zira hepsi bir ya da birkaç gün geçtiğine dair bir algıya sahipler. Bu durum, onların nasıl yıllar geçse de hissetmediklerinin, adeta bir zaman kırılması yaşayarak dipdiri bir şekilde uyandıklarının göstergesidir. Allah’ın onların fedakarlığına yaptığı bu ikram,  bizim için de hakkıyla tahkik edildiğinde gerekli ibretlerin çıkarılacağı bir “ihbar”, mü’minlere anayurtlarını dar eden zalimler için de bir “ihtar” oluyor.

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf, 13)

Allah’ın verdiği haberler gerçektir, haktır. Bu haberlerin rivayet ettiği olaylar gerçekleştikten sonra insanların dillerinde mitlerle, masallarla, efsanelerle birlikte, doğrunun yanlışa karışmasıyla anlatılmaları da sosyo-kültürel bir vakıadır. Bu iki gerçekliği birbirinden ayırmak ve kıssanın asıl anlatılış amacını unutmamak, magazinel ayrıntılardan ziyade ilmî hâsılayı elde etmek açısından çok önemlidir.

EN BÜYÜK HAKİKAT: TEVHİD

Bu gençler, en temel hakikat olan ve bütün insani değerlerin varlık ilkesi olan tevhid için her şeyden vazgeçmeye hazırlardı. Allah-u Teala de onların bu fedakarlıklarını akıl ve basiret ile bereketlendirmişti.

“Kalkıp da, "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilah demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, ondan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?" dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.” (Kehf, 14-15)

Gençler en güçlü hakikate aykırı olan bir söz söyleselerdi, ne kadar batıl ve saçma bir söz söyleyeceklerinin farkındalardı. Onlar sahih bir akıl yürütmeyle tefekkür etmiş gençlerdi. Göklerin ve yerin Rabbinin tek olduğunu aklen bulmak “selim” bir akıl için zor değildir. Çünkü ibadet edilmeye layık olan varlık, gücü, ilmi, kudreti sınırsız olandır. Böyle bir varlık da bir ve tek olmalıdır. Bir şeyden iki tane varsa, o şeyin bir cinsi, türü ve sınırı var demektir. Birinin sınırının bittiği yerde diğeri başlar ve eşsiz değillerdir. Fakat Rabbimiz her hangi bir sınırla tahdid edilmekten münezzehtir, eşsizdir. Göğün ve yerin nizamı, alemdeki en küçük ayrıntıların birbirine bağlı olması, kozmolojik sabitlerin hassas ayarı, kainatın ince ve zeki tasarımı da tek bir yaratıcının ve sınırsız ilminin ayetleridir.  Nitekim Kehf Suresi de Allahu Teala’ya mutlak bir “hamd” ile başlıyor. Velhasıl hem mantıksal ve matemetiksel, hem de fiziksel gerçeklik tevhide şahittir. Bu hakikati Rabbimiz bize Enbiya Suresi 22. ayetinde şöyle hatırlatıyor:

“Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş'ın Rabbi Allah onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.“

Muvahhid gençler akl-ı selim ile kavranabilecek bu temel hakikati kavradıktan ve önceki nebilere iman ettikten sonra kavimlerine aynı zamanda bir ders vermektedirler. Onların hiçbir delil üzere olmadıklarını dile getirirken aslında çok ince bir ilmî hamle de yapmış oldular. Çünkü şirkin delile sahip olmadığı zaten bellidir. Fakat bütün çağlarda peygamberler ve davetçiler muarızlarının sadece yanlışlarını ve şirk içinde olduklarını söylemekle kalmamışlardır. Bunun yanında onların delilsiz de olduklarını hatırlatarak hem ilm-i cedelin “delil ve selim akıl” eksenindeki usulunu belirlemişler hem de cehaletleriyle yüzleşmelerini sağlamışlardır. Bu kadim usul, bütün zamanlar için geçerlidir.

İLMİN EN SAĞLAM DAYANAĞI: AÇIK ve KESİN DELİLLER

“Ashab-ı Kehf” olarak isimlendirilen bu muvahhid gençler, kavimlerinin “açık bir delil” getiremediklerini özellikle ifade ediyorlar. Bu ibarenin üstünde biraz derin düşünmek faydalı olacaktır. Ayette ”sultanun beyyinun” ibaresi “açık bir delil” şeklinde tercüme edilmiş. “Sultan” kelimesi tek başına kesin delil anlamına geliyor6. “Beyyin” kelimesi apaçıklık anlamını taşımakla beraber, aynı kökten “beyyine” kelimesi de tek başına “açık bir delil” anlamında kullanılmıştır(Bkz. En’am, 57). İkisi beraber kullanıldığında delilin açıklığı ve kesinliği daha kuvvetli ve vurgulu bir biçimde belirtilmiş oluyor.  Bu ifadenin benzeri pek çok ayette geçmektedir. Misalen Mu’min Suresi 23. ayette “Andolsun biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik”  buyururken de Rabbimiz “sultanun mubinun” ifadesini kullanıyor.

“Sultan” kelimesinin padişah, kral, melik gibi anlamlara geldiğini ve bir “güçlü iktidar” manasını çağrıştırdığını kendi dilimizden de biliyoruz. Bu anlamı da hesaba katarak bu ifade üzerindeki tefekkürü biraz daha derinleştirebiliriz. Bu bağlamda “sultan” kelimesinde, bir “cebr”, otorite ve bağlayıcılık anlamı da mevcut. Muhatabını hakkı teslim etmeye “mecbur” bırakan bir delalet gücünden bahsediyoruz. Bu minvalde tevhidin sahip olduğu, şirkin ise asla sahip olamayacağı istidlal kuvveti, derecesi ve “bağlayıcılığı”, “sultanun beyyinun”  ibaresiyle çok güzel temsil edilmektedir.

İslam kelamından da öğrendiğimiz üzere, bilgi kaynaklarımız üç tanedir. Haber-i sadık/doğru haber, akl-ı selim/sağlıklı akıl ve havass-ı selime yani sağlam/salim duyular. Peygamberlerin getirdiği sadık haberler bize tevhidi öğretiyor. Daha önce belirttiğimiz gibi selim ve sahih bir akıl yürütme insanı tevhide ulaştırıyor. Keza duyularımızla algıladığımız evren, gerek ihtişamıyla gerekse içinde barındırdığı mahlukatın hal diliyle tevhide işaret ve delalet ediyor. Dolayısıyla sahip olduğumuz bütün bilgi melekeleriyle tevhid, insan zihninde istikrar ve istikamet buluyor. İşte mağaraya çekilen muvahhid gençler, “sultanun beyyinun” ifadesiyle, kendilerinin sahip olduğu ama müşrik muarızlarının çok uzak olduğu bu bağlayıcı, ilzam edici, kaçınılmaz, kuvvetli delillere zımnen işaret etmiş oluyorlar.

Bu ayetlerde, inanmanın ve akletmenin zirvesini teşkil eden tevhid hakikatinde kalplerin mutmain olduğunu ve bunun en büyük nimet olarak, fedakarlıklarına karşılık Ashab-ı Kehf’e bahşedildiğini görüyoruz. Tıpkı onlar gibi, biz de inşaallah bu nimete talibiz. Rabbimiz bizi, bu ayetlerde zemmedilen ve şirk iftirasından dolayı zalim olanlardan beri eylesin, şerlerinden korusun.

Kıssaya dair tahkik ve tefekkürümüz devam edecek inşaallah…

Dipnotlar:

  1. İbn Kesir, “Hadislerle Kur’an-ı Kerîm Tefsîri”, Çev. Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner. Çağrı Yayınları, 2005. s. 4931
  2. Râğıp El-İsfehani, “Müfredât”, Çev. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu. Çıra Yayınları, 2010. s. 939
  3. Kadı Beydavi, “Beydavi Tefsiri”, Çev. Abdulvehhab Öztürk. Kahraman Yayınları, 2011. c. 2 s. 285
  4. İbn Kesir, “Hadislerle Kur’an-ı Kerîm Tefsîri”, Çev. Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner. Çağrı Yayınları, 2005. s. 4938
  5. Fahruddin Er-Razî, “Tefsîr-i Kebîr: Mefâtîhu’l-Gayb”, Çev. Beşir Eryarsoy. Akçağ Yayınları, 1993. c.15 s. 115

Mukatil bin Süleyman, “Kur’an Terimleri Sözlüğü”, Çev. Beşir Eryarsoy. İşaret Yayınları, 2016. s. 296

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul