İslam inancına göre tebliğ; dinin esaslarını, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara usûlüne uygun biçimde iletmektir. Esasen tebliğ, peygamber mesleğidir. Allah’ın elçileri olan peygamberlerin en başta gelen görevi dini tebliğ etmek, ilâhî hakikatlerin bütün insanlara ulaşmasını sağlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, peygamberimize hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” (Maide, 5/767). Bundan dolayıdır ki Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dinin tebliğine büyük önem vermiş ve ümmetine de bu konuda birtakım mükellefiyetler yüklemiştir. Tebliğin esasını ve çerçevesini de şüphesiz Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye teşkil etmektedir.
Hz. Peygamber’den -sallallahu aleyhi ve sellem- sonra dinin esaslarını insanlara ulaştırma vazifesi İslam âlimlerinin omuzlarına yüklenmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte âlimler hakkında şöyle buyrulmuştur: “Muhakkak ki âlimler peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz peygamberler ve altın ne de gümüş miras bırakırlar. Peygamberle miras olarak ancak ilim bırakırlar.” (Ebû Dâvud, İlim 1). Öte yandan Allah Teâlâ Kuran-ı Kerîm’de “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 3/104) buyurmaktadır. Bu âyet, marufu emir ve münkerden nehiy vazifesini ifa edecek bir yönetimi tesis etmek, bu vazifeyi yerine getirecek âlimler yetiştirmek ve bir cemaat oluşturmanın Müslümanlar üzerine farz-ı kifaye olduğunu ortaya koymaktadır. Allah resûlünün hakiki mirası olan ilim kimin payına düştüyse Efendimizin en temel vazifesi olan tebliğ de kuşkusuz o kişilerin boynunun borcudur. Bu itibarla âlimler tebliği ihmal ederlerse, Efendimize ümmet olma vazifelerini terk etmiş olurlar.
Resûlüllah Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’ın kendisine yüklediği tüm vazifeler gibi tebliğ vazifesini de hakkıyla ve eksiksiz olarak yerine getirmiştir. Veda haccı esnasında ümmetine hitaben “Tebliğ ettim mi?” şeklindeki soruyu üç defa tekrarlaması ve sonunda aldığı cevaba Allah Teâlâ hazretlerini şahit tutması bu konuya ne denli önem verdiğinin en önemli göstergelerindendir. Pek çok rivayette Hz. Peygamber’in ümmetine karşı tebliğ vazifesini tam ve eksiksiz olarak yerine getirdiğine ilişkin ifadeler yer almaktadır. Nitekim Antere’den rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: İbni Abbas’ın -radıyallahu anhümâ- yanında idim. Dedim ki: “Adamın biri bana gelip, Resûlüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin herkese açıklamadığı bazı bilgileri size özel olarak verdiğini söyledi”. İbni Abbas cevaben: Sen Allah’ın “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” (Mâide 5/67) dediğini bilmiyor musun dedi. Sonra da şunu söyledi: “Vallahi Resûlüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- berrak beyazlığın içinde bize siyahlığı miras bırakmadı. Yani gerek dini gerekse dünyevi hiçbir alanda bizi bilgisiz bırakmadı. (Mevsûatü’t-tefsîri’l-me’sûr, VII, 695). Yine sahâbenin önde gelenlerinden Ebû Zer şöyle demiştir: “Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat ettiği zaman gökte uçan kuşa varıncaya kadar her alanda bizi bilgilendirdi”. (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, Hadis no: 21438).
Öte yandan ilim mirasına sahip olup da tebliğ vazifesini tam olarak yerine getirmeyen kişilere yönelik uyarı niteliğinde bazı rivayetler söz konusudur. Bu cümleden olmak üzere Ebû Hüreyre’den -radıyallahu anh- rivayet edilen hadislerinde Hz. Peygamber bilgisini paylaşmayan âlimlerin, malını istif edip infak etmeyen zengin gibi vebal altında olduğunu dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur: “İlim öğrenip onu paylaşmayan kişi, servetini biriktirip infak etmeyen insan gibidir” (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, Hadis no: 8137).
İbni Abbas’tan -radıyallahu anhümâ- rivayet edilen hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır: “İlim hususunda hayırhah olun. Sizden birinin ilmi hususunda yaptığı hıyanet malı hususunda yaptığı hıyanetten daha şiddetlidir. Allah bundan dolayı sizi hesaba çekecektir” (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, Hadis no: 2365).
İslâm’da tebliğin ne denli önemli olduğunu anlatan en önemli olaylardan biri şudur: İbn Beşküvâl’in el-Kuşeyrî kanalıyla naklettiğine göre Mansûr İbni Ammâr adlı âlim vefatından sonra rüyada görülmüş. Allah’ın kendisine nasıl muamele ettiği sorulunca şöyle cevap vermiştir: Rabbim beni huzurunda durdurarak “Sen dünyada kullarımı zühde teşvik edip de dünya malını çok seven Mansur İbni Ammâr mısın?” diye sordu. “Evet, bu benim kusurumdu. Ama ey rabbim! Benim bir özelliğim vardı. Dünya hayatında bulunduğum her mecliste besmele, hamdele ve salveleden sonra seni kullarına tanıtır, kullarını sana ibadete davet eder, her fırsatta tebliğimi yapardım” dedim. Bunun üzerine Allah meleklerine emrederek; “Burada bir kürsü kurun da bu kulum burada da beni size tanıtsın” buyurdu. (Sehâvî, el-Kavlü’l-bedî’ s. 456).
Buraya kadar yapılan açıklamalardan açıkça anlaşıldığına göre tebliğ ve davetin ehemmiyeti izahtan vârestedir. Ancak her hususta olduğu gibi, tebliğde de usûl esastan öncedir ve belirleyicidir. Nitekim eskiler “Usulsüz vusul olmaz” demişlerdir. Bu nedenle tebliğin nasıl yapılması gerektiği, bu çerçevede hangi usûl ve âdâba riayet edileceği ve bir tebliğcide bulunması gereken vasıfların neler olduğunu bilmek de bir o kadar önemlidir. Çünkü usûlde yapılan hatalar -Allah korusun- davet edilen kişilerin davet edilen şeyden soğumasına, dinden uzaklaşmasına dahi sebep olabilir. Bu durumda da maalesef kaş yapalım derken göz çıkarılmış olur.
Tebliğde dikkat edilmesi gereken belli başlı hususları şöyle sıralaya biliriz:
İlim: Tebliğci tebliğ ettiği davanın temel kaidelerini bilmeli, davet ettiği muhatabı iyi tanımalıdır. İlim en önemli özellik ve en büyük güçtür. Nitekim Hz. Âdem’i meleklerin karşısında üstün kılan ve meleklerin O’na saygı secdesi yapmalarını sağlayan şey de ilim olmuştur.
Dini tebliğ edecek kişinin ilim sahibi olması son derece önemlidir. Hatta denebilir ki tebliğ başka herkesten önce esasen âlimlerin vazifesidir. Nitekim İslâm âlimleri “Kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltmeye çalışsın.” (Müslim Îmân 78; Tirmizî Fiten 11) hadisi hakkında şöyle söylemişlerdir: Kötülüklere el ile müdahale yöneticilerin, dil ile değiştirme âlimlerin; kalb ile değiştirme ise zayıfların ve avamın görevidir.
İyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifesi yapacak olan kimseler, İslâm’ın tebliğ metodunu iyi bilmelidirler. Merhametle yaklaşma, yumuşak davranış, nezâket gibi esaslar tebliğ yapacak olan kimselerde bulunması gereken temel vasıflardır. Nitekim tebliğin amacı insan kazanmaktır. Bunun aksine kaba, küçük düşürücü ve düşüncesiz bir davranış insanları kazanmak bir yana kaybetmeye sebep olabilir. Nitekim İmam Şâfiî; “Din kardeşine gizlice öğüt veren kimse, gerçekten nasihat etmiş ve onu sevindirmiş olur. Fakat alenî ve herkesin gözü önünde öğüt veren kimse, din kardeşini küçültür ve batırır” der. Fudayl İbni İyaz da: “Mümin kişi kardeşinin ayıbını örter ve ona nasihat eder. Fâsık kişide kardeşinin ayıbını yayar ve onu kınar” demiştir.
Her bildiğini söylememeli ve her sorulana cevap vermemeli: Tebliğci muhataba, zaman ve mekâna göre hareket etmesini bilmeli, her sorulana cevap vermemeli, şahit olduğu her hali anlatmamalı ve bildiği her şeyi söylememelidir. İbni Atâullah el-İskenderî bir hikmetinde şöyle demiştir: “Her soruya cevap veren, şahit olduğu her hali dile getiren ve bildiği her şeyi açıklayan kişinin cahilliğine hükmedebilirsin.”
Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Hikmeti ehli olmayana anlatmayın. Hikmete zulmetmiş olursunuz. Ehli olandan da menetmeyin. Ona zulmetmiş olursunuz.” (Hâkim el-Müstedrek, Hadis no: 7707).
Hz. Ali -radıyallahu anh- da şöyle demiştir: “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resûlünün yalanlanmasını mı istiyorsunuz?”
Ehl-i sünnetin ahlâkının imamlarından olan Cüneyd-i Bağdâdî’ye: “Sana iki kişi aynı soruyu soruyor, sen birisine verdiğin cevabın aksine ötekine cevap veriyorsun” diye sorduklarında cevaben: “Cevap soranın durumuna göre olur” demiştir.
Her şeyi bilmek hiçbir insan için mümkün değildir. Bu nedenle yeri geldiğinde bilmiyorum diyebilmek gerekir. Bu aynı zamanda dürüstlüğün de gereğidir. Nitekim İmam Malik hazretlerine otuz iki soru sorulmuş, bunlardan üçüne cevap verip diğerleri için bilmiyorum demiştir. İmam Gazali’nin bildirdiğine göre selef-i sâlihinden birine bir soru sorulduğunda soranı başka birine yönlendirirdi, oda başkasına gönderirdi. Neticede soran kişi dönüp dolaşıp birincisine gelirdi. (İbni Acîbe, Îkâzü’l-himem, s. 160)
Öte yandan bazen konuşmayıp sükût etmek konuşmaktan daha etkili olur. Hikmet ehli bazı kişiler bazı zaman ve mekânlarda susma hakkını kullanıp konuşmamayı tercih ederler. Nitekim Şah-ı Nakşibend hazretleri: “Bizim sükûtumuzdan istifade edemeyen sözümüzden hiç istifade edemez” demiştir.
Tebliğde muhatabın durumunu dikkate almak son derece kritik bir öneme sahiptir. Nitekim Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Biz insanlara akıllarının derecelerine göre hitap etmekle emrolunduk.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, Hadis no: 592). Öte yandan Hz. Peygamber’e -sallallahu aleyhi ve sellem- bir soru sorulduğunda muhatabın durumunu tartmak için bir müddet sükût buyurduktan sonra cevap verirdi. Ayrıca Cenâb-ı Hak “Mallarınızı sefihler vermeyin” (Nisa Sûresi, 4/5) buyurur. Değersiz dünya malı hakkında böyle hassas davranmamız gerekirken, dünyanın en kıymetli varlığı ve peygamberlerin ortak mirası olan ilim hakkında nasıl dikkatli ve özenli davranmamız gerektiğini düşünmek gerekir.
Kâmil akla sahip olmak: Akıl herkes için çok önemli olmakla birlikte yöneticiler ve ilim sahipleri için elzemdir. Akıl; biri doğuştan diğeri ise tecrübeyle elde edilen olmak üzere iki kısımdan ibarettir. Esas olan doğuştan olan akıldır. Hz. Ömer -radıyallahu anh- akıllı insanın tarifi hakkında şöyle demiştir: “Akıllı insan hayrı şerden ayıran insan değildir. Gerçek akıllı insan, iki şerden hayra daha fazla yakın olanı fark edip seçebilendir.”
Tebliğ ve davet işi ile meşgul olanların da çok akıllı olmaları gerekir. Çünkü tebliğde boşa kürek çekmemek için aklı kullanmak son derece önemlidir. Bir insanın bir gram ilmi varsa onu muhafaza edebilmesi için yüz gram aklı olması gerekir.
Bazı âlimlerin aklı ilminden çok, bazlarının da ilmi aklından çoktur. Aklı ilminden çok olanın ilmi hem kendisine hem de başkalarına faydalı olduğu gibi, aklı ilminden az olanın ilmi kendisine de başkalarına da zararlı olur.
İnsanları idare etmede de aklın önemi büyüktür. Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ bana farzları eda etmemi emrettiği gibi insanları idare etmemi de emretti.” (Münâvî Feyzü’l-kadîr, hadis no: 1695).
Hükemâdan biri şöyle demiştir:
“Her şeyin cevheri/aslı vardır. İnsanın cevheri aklı, aklın cevheri de müdârâttır. Bir şahsın aklının kuvvetli olduğunun, ilminin ve hilminin fazla olduğunun en büyük alameti müdârâttır. Müdârât ve insanlardan gelen eziyetlere sabretmekle nefsin cevheri ortaya çıkar.
Hükemâdan biri şöyle demiştir: Dini zaafa düşmeyecek derecede yumuşak davranmak; kabalık etmeyecek derecede sert davranmak düzene sokar ki bu müdârâttır. Müdârâtın zıddı ise müdâhanedir. Müdâhane, dünyevî işlerin rayına oturtulması için dinden taviz vermektir. Ömer İbni Abdülaziz çevresindekilere; “Ahmak kimdir?” diye sorar. “Dünyası için dinini feda edendir” derler. Bunun üzerine “Ben size ahmağın ahmağını bildireyim mi? Ahmağın ahmağı, başkalarının dünyası için dinini feda edendir” der.
Tebliğde en önemli husus, davet edilecek insanları cemaatlere değil, İslâm’a davet etmek olmalı. Nitekim bir insanın hidayetine vesile olmak, dünyanın en kıymetli varlıklarına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Mehmed Zâhid Kotku hazretleri’nin dediği gibi: Cemaatlerin vazifesi cemaate değil, cemiyete adam yetiştirmektir.
Prof. Dr. Selahattin Yıldırım