Tarih boyunca insanların deprem, heyelan, maden göçükleri, bulaşıcı hastalıkları, sel, çığ ve kıtlık gibi doğal afetlere maruz kaldığı bir gerçektir. Bu felaketlere modern çağın beraberinde getirdiği iş ve trafik kazalarını da ilave etmek gerekir. Bütün afetlerde insan hayatı ve sağlığı öncelik arz ettiğine göre, muhtemel felaketler karşısında can emniyetinin merkeze alınması önemlidir. Unutulmayalım ki canının korunmasıyla ilgili önlemler alındığında tabii olarak mal kaybı da olmayacaktır. Nitekim kader, tevekkül, akıl, tefekkür, basiret ve tedbir gibi dini söylemler de bizi bu alandaki çalışmalara yönlendirmektedir. Kur’an-ı Kerim de haksız yere bir cana kıymanın bütün insanlığı öldürmüş gibi, buna karşılık bir canı kurtarmanın da bütün insanlığı kurtarmış gibi kabul edilmiştir. (Maide, 5/32) Buna göre; depremle ilgili alınmış ve alınacak her önlemin insan hayatını kurtardığını tersinin de nice ölümlere yol açtığını bugün birlikte, canlı olarak görüyor ve yaşıyoruz. Bu yazımızda konuya katkısı olur umudu ile deprem dahil doğal afetlerde tevekkül ve kaderin rolünü okuyucularımızın dikkatine sunmaya çalışacağız.
İslam’da kader inancı, Allah inancıyla birlikte insanlığın gündeminde var olmuştur. Fert, toplum ve devlet olarak bütün sorumluluklarımızı yerine getirdikten sonra kadere sığınmak bir rahmettir. Fakat deprem başta olmak üzere kendi ihmal ve zaaflarımız sebebiyle maruz kaldığımız musibet ve doğal afetlerin üzüntüsünü hafifletmek için “Alnımıza ne yazılmışsa o başımıza gelecektir” diyerek kolaycı ve teslimiyetçi bir yolu tercih etmek, akıl ve irade sahibi insanın sorumluluk anlayışıyla bağdaşmaz. Bu bağlamda 6 Şubat 2023 gecesi (saat 04:17) Kahramanmaraş merkezli 7,7 şiddetindeki deprem ile 7 Şubat 2023 günü (saat 13.24) Elbistan merkezli 7,6 şiddetindeki ikinci deprem milletimizi derin bir hüzne ve göz yaşına boğmuştur. Kendim 12 Mart 1992 yılında 7,2 şiddetindeki Erzincan depremini yaşadığım için bu acıyı yüreğimde çok daha fazla hissediyorum. Yurt içi ve yurt dışındaki kamuoyunun değerlendirdiği gibi felaketin büyüklüğü tahammül gücümüzü aşmıştır. İlk saatlerden itibaren görsel ve yazılı basınımızın bölgeden yayınladıkları görüntüler, herkese ders ve ibret olacak niteliktedir. Ülkemizin taziye evine dönüştüğü bu süreçte milletimizin merhamette, paylaşmada ve kurtarma çalışmalarında tek vücut olması, özlediğimiz bir tabloyu hatırlatmıştır. Temennimiz depremzedelerin gözyaşları dininceye kadar bu ilişkilerin devam etmesi ve herkesin çalışmalara yoğunlaşmasıdır.
Deprem Bilinci; Hayatın akışını etkileyen felaketlerin öncesinde ve sonrasında millet olarak sorumluluklarımızın olduğu bir gerçektir. Tarih boyunca insanların, yaşadıkları coğrafyanın özelliğine göre deprem dâhil çeşitli doğal afetler yaşamışlardır. Ne zaman olacağı kesin olarak bilinmeyen bu tür felaketlerden biri de yıkım, ölüm, korku ve şiddetiyle kıyameti hatırlatan depremdir. Bu sözcüğün Arapça karşılığı zelzele olup sözlükte; kelimedeki harflerin tekrarı, titreme ve iki el arasında tutulan eleğin çalkalanması anlamına gelmektedir. Terim olarak; “yer içindeki fay kırıkları üzerinde biriken enerjinin aniden boşalması sonucu meydana gelen yer değiştirme hareketinin yol açtığı, karmaşık, elastiki dalga hareketi” şeklinde tanımlanmıştır. İnsanımız deprem bilincine yabancı değildir. Çünkü son çeyrek yüz yılda Erzincan (12 Mart 1992), Marmara (17 Ağustos 1999), Düzce (12 Kasım 1999), Afyon Sultandağı (15.12. 2000), Osmaniye (25.06.2001), Bingöl merkez ( 01.05. 2003), Doğu Beyazıt (02.07.2004), Van/ Erciş (23.10.2011), ve 24 Ocak 2020 tarihinde Elazığ- Malatya depremleri yaşanmıştır. Buna rağmen kurumsal olarak deprem riski yüksek olan bölgelerde yeterli önlemlerin alınmadığı ve hazırlıkların yapılmadığı acı bir tecrübe olarak karşımıza çıkmıştır.
Allah evreni ve ona bağlı tamamlayıcı parçaları bir ölçüye göre yarattığını, göklerde ve yerde gerçekleşen hiçbir şeyin tesadüfe bağlı olmadığını (En’âm, 6/59) açıklamıştır. Üstelik evren ve kanunları, insanların yaşama kalitesini iyileştirmeye uygun yaratılmıştır. Hatta duyuların ve bilimin algılama sınırları içinde olan gökyüzü, atmosfer, meteoroloji, yer bilimi gibi konularda araştırmalar yapılması teşvik edilmiştir. Böylece canlıların, doğal afetlerden korunmaları için gidecekleri başka bir dünya olmadığına göre, herkes üzerinde yaşadığı coğrafyayı, felaketlere karşı korumak zorundadır. Bu nedenle kişi, doğal afetlerde can ve mal kaybını önlemek üzere; fizik, jeolojik, teknik, malzeme niteliği, proje ve laboratuvar çalışmalarını usulüne uygun yapmakla sorumludur. Ayrıca birey ve toplumu doğrudan etkileyen bu felaketlerin dini, sosyal, kültürel, sosyolojik ve psikolojik özellikleri de bulunmaktadır. Çünkü deprem; bina, fabrika, yol, köprü ve iş yeri gibi sosyal hayatı sarmalayan her şeyi etkilemektedir. Bu nedenle doğru tevekkül anlayışı ve bilincin alana yansımasıyla can ve mal kayıplarını asgari düzeye indirmek mümkündür.
Deprem ve Tevekkül İlişkisi; Tevekkül; Allah’ın her şeye muktedir olduğuna inanarak, yapacağı işle ilgili adetten olan bütün maddi, manevi tedbirleri ve sebepleri yerine getirdikten sonra O’na güvenmesidir. Bazı İslam bilginleri de tevekkülün pratik iş hayatıyla ilgili olarak; “işin zahiri sebeplerini yerine getirdikten sonra artık kalbini her şeye kadir olan Allah’a bağlamak (Fahrüdddin Razi), Bütün cehd ve gayretini sarf ettikten sonra Allah’a güvenmek, kadere, kazaya razı olarak işin sonucunu Allah’a bırakmak (Elmalılı Hamdi Yazır), Maksada erişmek için, lazım gelen maddi ve manevi sebeplerin hepsine yapıştıktan ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra Allah’a itimat etmek ve ötesini O’na bırakmak (Ahmed Hamdi Akseki) şeklinde tanımlamışlardır.
Sosyal hayatta tevekkülün deprem açısından neyi ifade ettiğini biraz daha irdelemek gerekirse tevekkül birey ve toplumun; yapacağı çalışmaları şartlarına uygun olarak önceden yerine getirmektir. Buna sosyal tevekkül de denebilir. Çağımızın insanlığa sunduğu imkanlar dikkate alındığında depreme ilişkin önlemlerin alınması, zorunlu ve hayati bir görevdir. Diğer bir ifade ile tevekkülün hedefi, bilimin verileri ile akıl ve tecrübeyi bir araya getirmektir. Konuyu biraz daha açmak gerekirse; bir yapı inşa edilirken birinci aşaması, yer seçimi, zemin etüdü, temel sistemi, bölgenin jeolojik yapısı ve fay hattıyla ilişkisi, proje detayı, çizimi ile kurallara uygun bir şekilde güvence altına alınmasıdır. İkinci aşamada inşaatın sağlamlığı için kullanılacak malzemenin (demir, kalıp, çimento, çelik gibi) seçimi, kalitesi ve bunların ihtiyaç kadar kullanımının sağlanmasıdır. Üçüncü aşamada ise, yapılan çalışmaların teknik ve mesleki denetiminin yapılmasıdır. Böylece modern bilimin ön gördüğü çalışma sistemi ve gerekçeler, tevekkülün şartlarıyla örtüşmüş olacaktır. Aksi halde bilimin öngördüğü gerekçelerin kısmen veya tamamen ihmali, tevekkülün de aynı oranda ihmali demektir. Yasal ve ahlaki sorumluluk da bu noktadan itibaren başlamaktadır. Şüphesiz ki bilim ve tevekkülün ortak payda olarak gördüğü değerler, kamu otoritesinin yürürlüğe koyduğu kanun, tüzük, yönetmelik ve genelge gibi metinlerin uygulanmasını da kolaylaştıracaktır.
İnsanların Elleriyle Yaptıkları Hatalar Tevekkül Değildir; insan çoğunlukla olağanüstü bir olayla yüz yüze geldiğinde nefsini ve olayları sorgulamadan “ne yapalım Allah’ın emri böyle imiş, kaderimizde varmış yapılacak bir şey yok” diyerek tevekküle sığınmaktadır. Oysaki karada ve denizde meydana gelen olumsuzluklarda, insanın da sorumluluk payı vardır: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır.” (Rum, 30/41) Allah evrende var ettiği her şeyi sağlam ve ahenk içinde yaratmıştır: “Sen dağları görürsün de onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır.” (Neml, 27/88.) Ayet, Allah’ın her şeyi sağlam, yerli yerince yarattığını vurgulamaktadır. Başka bir ayette de kozmolojik delillerin altı çizilerek hiçbir şeyin tesadüf olmadığını aksine her şeyin ilahi kanunlar ve belirlenen yörüngeler çerçevesinde hareket ettiğine işaret etmektedir. Bilim ve hikmetin gereği olarak bu yasaların doğru okunması halinde, tevekkül ve doğal afetler arasındaki ilişkiyi kolayca kavrayacaktır. Zira doğru ve yerinde yapılan bir tevekkülün, çalışma ve sosyal barışın tesisinde önemli bir yeri vardır.
Sosyal hayatımızı kuşatan sanayi ve teknoloji sürecinde, hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşanmaktadır. Nüfusun kırsal alanlardan şehir merkezlerine göç etmesiyle yeni konut ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Sert dağ eteklerinden zemini yumuşak ve sulu tarım arazileri iskâna açılarak çok katlı yapılar inşa edilmiş, fabrikalar kurulmuş, yollar açılmış ve ağaçlar kesilmiştir. Böylece doğal çevre kanunu ihlal edilerek deprem, trafik, gıda ve sağlık problemlerine ilişkin korunma önlemleri zaafa uğratılmıştır. Ne yazık ki insanın kendisi felaket kapılarını aralamıştır. Muhtemel bir deprem anında bu tür alanlardaki maddi hasar ve ölümlerin, sert ve sağlam zemin üzerine inşa edilen yapılardan daha fazla olacağı bir gerçektir. Alınacak önlemleri görmezlikten gelerek mazeretlere sığınmak çözüm değildir. Unutulmayalım ki hiçbir mazeret başarının yerini tutmaz.
Japonlar ve İş Disiplini; Japonya, Asya kıtasının doğusunda bulunan bir adalar ülkesi olup teknik ve ekonomik yönden dünyanın saygın devletlerinden birisidir. Davranışlarıyla oldukça sakin, saygılı ve sempatik olan bu toplumun özelliği; çalışma ahlakı, işlerini dürüst ve sağlam yapmak, israfa düşmeden üretimi arttırmaktır. Bu güzel hasletleriyle birlikte deprem riski en yüksek olan bir coğrafyada yaşamaya uyum sağlamışlardır. Bölgelerindeki fay hatlarını dikkate alan bu eğitimli toplum, depreme dayanıklı yapılar ve projeler üretmişlerdir. Yaptıkları konut, fabrika, yol, köprü vs. eserleriyle en şiddetli sarsıntılarda bile çok az mal ve can kaybıyla kurtulmayı başarmışlardır. Geliştirdikleri teknoloji sayesinde deprem anında yerin hareketiyle uyumlu olarak yaylanan, ama dimdik ayakta duran binalar inşa etmişlerdir. Kendilerini deprem anlarında bile çalışmalarına ara vermeyecek kadar güvenli hissetmektedirler. Mehmed Akif bu çalışkan halkın tevhid inancı hariç, iş ahlakının, İslâm’ın ruhu ve davranışlarıyla örtüştüğünü ifade etmiştir.
Adı konmamış olsa bile Japon halkının deprem ve doğal afetlere karşı aldıkları önlemler ve yaptıkları çalışmalar, İslam’ın ön gördüğü tevekkül ve tedbirden başka bir şey değildir. Çünkü diğer coğrafyalarda maddi hasar ve ölümlerle sonuçlanan deprem felaketi, Japonya’da doğal bir olay halini almıştır. Sorumluluk duygusu ve sağlam iş yapma anlayışı halkın ortak inancı haline gelmiştir. Hatırlanacağı üzere birkaç yıl önce Japonya’da bir belediye başkanı ve binalardan sorumlu bir yönetici, ruhsat verdiği binanın depremde yıkılıp ölüme sebep olması üzerine onurunu kurtarmak için harakiri yaparak sorumluluk bilincini, yaşama hakkıyla ödemiştir. Aynı görevi yapan günümüzün yöneticiden intiharı istenmez ama işini dürüst ve sağlam yapmasını beklemek herkesin hakkıdır. Diğer bir ifade ile yanlışa imza attığı için görevinden istifa ederek toplumdan özür dilemesi bile bir erdemlik sayılacaktır.
Ülkemizde depremlerin enkazı üzerinde yapılan incelmelerde; yer seçimi, proje hatası, denetim eksikliği, kalitesiz ve eksik malzeme kullanımı gibi birçok kusur ve ihmal tespit edilmiştir. Farklı kişiler tarafından yapılan ve yan yana bulunan iki yapıdan biri sağlam ve ayakta iken diğeri yerle bir olmuştur. Gözlerine maddi menfaat bürünenlerin bu çürük binaları, nice masum insanlara tabut ve mezar olmuştur. Ne hazindir ki işin kalitesine yoğunlaşmak yerine menfaat ve nüfuzu kötüye kullanma hırsı yönetimleri, kanunları ve yönetmelikleri de devre dışı bırakmıştır. Deprem sonrasında sorumlular hakkında davalar açılmış olsa bile bu saatten sonra yaşanan acılara ve gözyaşlarına çare olmayacaktır. Kaldı ki uzmanların ifadesine göre deprem sonrasında yapılan harcamalar, baştan harcanıp tedbir alınsaydı hem daha ekonomik olacaktı hem bu kadar can kaybı yaşanmayacaktı.
Kader ve Deprem İlişkisi
Karşılaşılan doğal afet ve musibetlerden sonra kader inancının dile getirilmesi sorumluluğumuzun olmadığı anlamına gelmez. Aksine felaketlerin sebep -sonuç ekseninde yoğunlaşıp bundan böyle can ve mal kayıplarının asgari düzeye indirilmesi için nelerin yapılabileceği tartışılmalıdır. Özellikle insanın sorumluluğunu yok sayan cebri anlayış yerine akıl, bilim ve sorumluluk bilinci yerleştirilmelidir. Nitekim asırlar öncesinden Endülüs, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Müslüman bilim adamları “kaderimizde ne varsa başımıza gelir” diyerek boş durmamışlardır. Din, dil, ırk ve renk ayırımı gözetmeksizin günün teknik imkânlarıyla inşa ettikleri han, hamam, kervan saray, konak, çarşı, medrese ve cami gibi eserlerde, deprem riskine karşı olabildiğince özen gösterilmiştir. Bugün sahip olunan teknolojiyle daha sağlam ve kalıcı eserler yapmak mümkün iken bedeli insan hayatıyla ödenen yapıların enkazını görmek, gerçekten insani ve ahlaki değerlerle bağdaşmamaktadır. Bu vesile ile yeri gelmişken kader ve kazanın tanımlarına kısaca göz atmakta yarar vardır.
Kader, “Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak bütün nesne ve olayların zamanını, yerini, biçimini, ezeli ilmiyle bilmesi ve belirlemesidir. Kaza ise; “Allah’ın irade ve takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince, ilim ve iradesine muvafık olarak var etmesidir. Buna göre; kader ve kaza, Allah’ın ilim, irade, kudret, tekvin sıfatlarının tecellisi ve O’nun ezeli bilgisindeki hükmüdür. Takdir edilen kaza (makdur) ise, bu ezeli hüküm ve kararın aşamalı olarak ortaya çıkmasıdır. Buna kaderin zuhuru da denebilir. O da Allah’tandır. Kur’an bu hususu şöyle açıklamıştır: “Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O, her an yaratma halindedir.” (Rahman, 55/ 29.)
Dolayısıyla hayır ve şer, iyi ve kötü, canlı ve cansız, her şey Allah’ın ilmi, kudreti, takdiri ve yaratması ile gerçekleşmektedir. Bununla birlikte kişinin Allah’ın mutlak kudretini gerekçe göstererek “kader ve kaza önceden yazılmıştır, artık çalışmaya gerek yok” şeklinde bir düşünce ile işi oluruna bırakması doğru değildir. Çünkü Allah insana, fiil ve iradesini belirlemek üzere kabiliyetler vermiştir: “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham etti.” (Şems, 91/7-8.) Allah insanın nefsine melekeler vererek onu aklı ile iyiyi kötüyü, doğruyu, eğriyi ve yaşama biçimini seçmek gibi üstün kabiliyetlerle donatmıştır. Zira evrende var olan her şey bir sebep-sonuç ilişkisi içinde yaratılmıştır. Örneğin yağmur bulutun, bulut buharlaşmanın, buharlaşma da sıcaklığın tabii sonucudur. Böylece Allah yağmuru bulutla her meyveyi da kendi ağacıyla vermektedir.
Dünya hayatı bir imtihan yeridir. Güvenlik içinde yaşamanın kendine özgü zorlukları da olacaktır: “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. Boş kaldın mı hemen başka bir işe koyul ve yalnız Rabbine yönel” (İnşirah, 94/5-8) Buna göre; en zor şartlarda bile karamsarlığa düşmeden azim ve gayretle çalışılması durumunda iki kolaylığın bir zorluğa galip geleceği müjdelenmiştir. Devamında ise boş kaldın mı hemen yeni bir iş ve faaliyette bulunulması teşvik edilmektedir. Bütün tecrübeler göstermiştir ki; ilerlemek ve kalkınmak için, çalışmak, üretmek ve yardımlaşmak gerekir. Allah’ın kadere dair ezeli ilmi, plan ve programı irademizi doğru kullanmaya ve tedbir almaya engel değildir.
Hadis kaynaklarında da kader ve sorumluluk ilişkisine dikkat çekilmiştir. “Her şeyin bir kadere (ölçü ve plana) göre” (Müslim, Kader, 18.) meydana geldiği belirtilerek insanın sorumluluk ve tedbir alması önerilmiştir. Hastalık anında oturup beklemek yerine, tedavi ve ilaç temini için önlem alınması istenmiştir: “Allah indirdiği her derdin, muhakkak şifasını da vermiştir. (Buhari, Tıbb, 1/1) Başka bir olayda da; “ Ey Allah’ın elçisi! Şifa niyetiyle yaptığımız okumalar, tedavi için kullandığımız ilaçlar ve korunma amaçlı aldığımız tedbirleri Allah’ın takdirinden bir şey çevirir mi?” diye sorulması üzerine Resulullah; “Onlar da Allah’ın takdiridir” (Tirmizi, Tıb, 21) buyurmuştur. Ayrıca Hz. Peygamber (sav) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarın önünden geçerken, birden yürüyüşünü hızlandırmıştır. Bunun üzerine; “ Allah’ın kazasından mı kaçıyorsunuz?” diye sorulduğunda, Hz. Peygamber (sav); “evet Allah’ın kazasından kaderine kaçıyorum” (Tirmizi; Kader, 3) buyurmuştur. Böylece riskli alandaki geçişi tesadüfe bırakmadan hızlıca geçmiştir.
Yine hicretin 18. yılında Ebu Ubeyde bin Cerrah (öl.18/639)’ın komutasında bir İslam ordusu Şam’da iken askeri yardım istenmişti. Hz. Ömer bir grup askerle Şam’daki orduya yardımcı olmak üzere “Serğ” denilen yere geldiğinde, şehirde “Amras vebası”nın zuhur ettiğine dair haber almıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer çevresiyle istişarede bulunmuş ve sorumluluk gerektiren bir kader inancını tercih ederek vebanın bulunduğu alana girmeme kararını almıştır. Hz. Ömer; “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” şeklinde itirazda bulunanlara; “evet Allah’ın kaderinden kaçıyorum yine O’nun kaderine sığınıyorum” diye cevap vermiştir. (Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 98-100)
Ne var ki ilerleyen zaman diliminde ilmi birikim ve disiplinin zayıflaması, haksızlığın kabul görmesi, menfaat hırsının ön plana çıkması, yalanın artması, adalete olan güvenin sarsılması, hayat standardı uğruna yarışların rağbet görmesi gibi olumsuzlukların olağan hale gelmesiyle sorumluluk bilincinden ve hesap vermekten uzaklaşılmıştır. Sonuçta “ takdiri ilahi böyle imiş” şeklinde kolaycı bir anlayış kabul görmüştür. Güçsüz, mazlum ve mağdurlar da üzüntülerini dindirmek için, “olacağa çare yoktur” düşüncesiyle sabretmekle yetinmişlerdir. Bugün yaşanan doğal afetlerdeki acı, ıstırap, üzüntü ve mağduriyetlerin kaynağı da kader ve kazanın bizzat kendisi değil, aksine bireyin yüzleşmekten çekindiği sorumluluk ve hesap vermekten kaynaklanmaktadır.
Çalışmamızı tamamlarken şu hususu da hatırlatmakta yarar vardır. Hayatta insanın gücünü aşan ve tamamen Allah’ın ilim ve takdiri dâhilinde meydana gelen olaylar da vardır. Buna güneş ve ay tutulması, insanın cinsiyeti, herhangi bir aileden gelmesi, renginin şöyle veya böyle olması, bir yakınımızın vefatı gibi durumlar örnek gösterilebilir. Bu bağlamda deprem de zamanı, yeri ve şiddeti itibariyle ilahi yasa çerçevesinde yer biliminin bir parçası olarak gerçekleşmektedir. Buna karşı depremin fiziki yapılar üzerindeki etkilerine karşı tedbir almak, tevekkül, kader ve sorumluluk anlayışı devam etmelidir. Alınan önlemlere rağmen bir mağduriyet olursa onun da sabır, rıza ve olgunlukla karşılanması büyük bir fazilettir. Bununla birlikte korku ve çaresizliğin yaşandığı olağanüstü hallerde moral bulmak üzere tevekkül, kader ve sorumluluk bilinciyle dua ederek Allah’tan yardım istemekte hiçbir sakınca yoktur.
Not: 6-7 Şubat 2023 depremleri başta olmak üzere bütün doğal afetlerde vefat eden Müslümanlara Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, yakınlarına da sabır ve metanet diliyorum.