Tarih boyunca çeşitli toplumlarda kadının farklı statülerde bulunduğu, ana erkil aile yapısının geçerli olduğu bazı ilkel toplumlarda kutsallaştırıldığı, bazılarında ise erkeklerle eşit statü ve haklara sahip bulunduğu, ata erkil topluluklarda çoğunlukla erkeğe göre ikinci derecede bir statü taşıdığı ve hatta bazı kültürlerde hemen hemen hiçbir hak ve değere sahip olmadığı genel bir tespit olarak söylenebilir. Lakin biz kendi inanç sistemimizdeki yeri ve değeri öğrenmeliyiz.
Bugünün dünyasında ki insanlar sanki İslam kadının haklarını kısıtlamış, gasp etmiş, güya İslam kadını ikinci sınıf bir insan gibi muamele edildiğini düşündürmüştür. Halbuki bu cehalet bataklığındaki insanların söylemleridir.
Allah Resulü (s.a.s.) aleme teşrif ettiği zaman miladi 6. asırda kadının değeri yoktu, kıymet verilmeyen bir varlık olarak görülüyordu. Allah Resulü (s.a.s.)’e nübüvvet verilmeden önce insanlık koyu bir karanlığın ve vahşetin pençesinde kıvranıyordu. Bu vahşetten en fazla zarar görenler ise kız çocukları ve kadınlar oluyordu. Kadınların toplumda hiçbir değeri yoktu. Adeta alınıp satılabilen bir eşya gibi görüyorlardı. Yeni doğan kız çocuklarının haliyse içler acısıydı. Bir kadın, kız çocuğu dünyaya getirdiği zaman kocası tarafından türlü hakaretlere maruz kalır, çoğu zamanda dayak yerdi. Çünkü cahil Mekke toplumunda kız çocuğu büyük bir utanç kaynağıydı.
Bazıları, eşleri doğum yapacağı zaman bir çukur kazardı. Eğer kadın, kız çocuğu doğurursa çocuğu daha doğar doğmaz kazılan çukura atar ve üzerini toprakla kapatırlardı. Kız bebeklerini doğar doğmaz öldürmeyenlerde vardı. Fakat onlarda yıllar ilerledikçe toplumun baskısına dayanamaz ve kızlarını götürüp kendi elleriyle kumlara atardı.
Bahsettiklerimiz her ne kadar kadının değer görmesi ile alakalı da olsa genel manada İslamiyet’ten önce insana değer yoktu. Sadece kadın değil erkek-kadın bütün insanlık ve sadece insan da değil bütün canlılar İslamiyet ile kendi değerlerini bulmuşlardır. Allah Teala’nın yaratmış olduğu dünyamızda herkes kendi değerini bulmuştur.
Allah Teala kimseyi mağdur da etmedi mağrur da. Hiç kimseyi seviyesinden aşağı da düşürmedi olduğundan yüksek seviyeye de çıkarmadı. Bu dengeyi bize İslam anlattı. Rasulullah (s.a.s.)’in nübüvveti ile beraber insana değer geldi ve insan asıl özgürlüğüne kavuştu.
Peki nedir bu özgürlük?
Günümüz insanının dilinden düşmeyen bu özgürlük nedir? Özgürlük, Abdullah olmaktır. Özgürlük Rebi bin Amir’in dediği gibi kula kul olmaktan kurtulup Allah’a kulluğa davet etmektir.
Kısaca bahsedecek olursak; İran’la yapılan savaşların dönüm noktasını teşkil eden Kadisiye Savaşı öncesinde İslam orduları başkumandanı Sad b. Ebi Vakkas, Reb’i b. Amir (r.a.)’ı elçi olarak İran karargahına gönderdi. İran orduları başkomutanı, Rüstem debdebe içinde altınlar, gümüşler, rahat yastıklar arasında idi ve herkes en şık elbiselerini giymişti. O büyük sahâbi ise hiç bunlara iltifat etmeden, kısa boyu ve kalın kalkanı ile ilerleyip karşısına dikildi. Rüstem, Rebi b. Amir’e niçin geldiklerini sorunca tarihe altın harflerle geçen müthiş cevabı verdi: “Biz Allah’ın insanları kula kul olmaktan kendisine kulluğa, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine ve batıl dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine çıkaralım diye gönderdiği toplumuz.”
Aynı zamanda özgürlük, hürriyet denildiği zaman akla gelen Hz. Meryem’dir. Bu kelimeyi Kur’an’a sorduğumuzda Âli İmran Suresi 35. ayette şöyle buyrulur: “İmran’ın hanımı demişti ki; “Rabbim karnımdakini hür olarak sana adadım. Benden kabul buyur. Çünkü sen hakkıyla işiten ve bilensin…”
Yüce Allah’ın: “Rabbim, karnımdakini hür olarak sana adadım” buyruğunda bir adaktan söz edilmektedir. Adak, kulun kendisi için bu işi bağlayıcı kılması halinde bağlayıcı olur. Denildiğine göre İmran’ın karısı hamile kalınca şöyle demiş: “Eğer Allah beni kurtarır ve ben doğum yaparsam, karnımdakini hür kılacağım. Yani bu onu Beytu’l-Makdis’e hizmet için özgür kıldım, onun üzerinden hiçbir kimsenin söz sahibi olmamasını diledim ve ben onu bu gayenin dışında herhangi bir maksat ile de bir hizmete koşmayacağım.” demektir.
Hz. Meryem, kadının mabedin yanından bile geçmesine izin vermeyen Yahudi geleneğinin hüküm sürdüğü bir dönemde dünyaya geliyor. Yüce Rabbimiz onun vasıtasıyla bu sakat bakış açısını yıkıyor. Onu mabedin içerisinde yetiştirerek, kirli toplumlara kadın başına temiz kalmanın en güzel örneğini sunuyor.
İnsanın yaratılış gayesini anlamaya muktedir olmayan insanlar, farklı ideolojiler de, farklı sistemlerde, farklı izmlerde kendilerine bir değer, bir Hürriyet arıyorlar. Kur’an-ı Kerim bu şekilde düşünen kadınlara da ibret vari ve örnek vari kadınlar göstermiştir.
Tahrim Suresi’nin 10-12. ayetlerinde Allah Teala şöyle buyurur:
“Allah, inkâr edenlere Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misal vermektedir: Onlar kullarımızdan iki erdemli kişinin nikâhı altındaydılar ama onlara ihanet ettiler. Dolayısıyla kocaları da Allah’tan gelen cezaya karşı onları koruyamadı ve kendilerine, “Haydi, diğer girenlerle birlikte girin bakalım ateşe!” dendi.
“Allah iman edenlere de Firavun’un karısını misal vermektedir: O, “Rabbim!” demişti, “Yüce katında, cennette benim için bir ev yap; beni Firavun’dan ve yaptıklarından kurtar ve beni bu zalimler topluluğundan da selâmete çıkar!”
“İmrân kızı Meryem’i de (misal vermiştir): O iffetini çok iyi korumuştu, biz de ona ruhumuzdan üfledik; o, rabbinin sözlerini ve kitaplarını hep tasdik etti ve o içtenlikle itaat edenlerdendi.”
Allah azze ve celle, kafirlerin inkarlarını ve Müslümanlara karşı müsâmahasızca düşmanlıkları sebebiyle cezalandırması durumunu ve kafirle arasında nesep ya da hısımlık bağı bulunan Müslüman kişi peygamber dahi olsa bu nesep ya da hısımlığın düşmanlıkları sebebiyle, onlara hiçbir fayda sağlayamayacağına dair durumu Nuh’un ve Lut’un eşlerinin durumu ile örneklendirilmiştir.
11. ayette bahsi geçen “ Firavun’un karısı…” O Asiye binti Müzahim’dir. Musa (a.s.)’a iman etmişti. Bunun üzerine Firavun ona ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağlayarak işkence etmişti.
Irzını erkeklerden korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de bu ve bunun gibi bir çok ayette Allah Teala örnek gösterdi. Bu ibret vari ve örnek vari misaller bütün kadınlara sunulmuş, Kur’an-ı Kerim’de isimleri ile anılmışlardır.
Tirmizi’de geçen bir rivayete göre
Enes bin Malik anlatıyor: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Âlemlerdeki kadınlar arasından dördü yeter. İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fatma ve Firavun’un karısı Muzahim’in kızı Asiye.”
Rasulullah (s.a.s.)’ın övdüğü bu dört kadın gerek yaşantısı gerek dine olan bağlılıklarıyla tüm İslam alemine örnektirler. Aynı zamanda bu güzel şahısların Kur’an-ı Kerim’de bizzat isimlerinin zikredilmesi, Resulullah (s.a.s.)’in bir çok hadislerinde geçmesi de İslam’ın kadına verdiği değerdir.
Müslim’de geçen rivayette ;“İnni gad ruziktu hubbeha.“ Muhakkak ki Ben Hatice’nin sevgisiyle rızıklandırırdım” buyurması, Hz. Ömer’e “Kadınlar Allah‘ın emanetidir” buyurması, sahabelerden birinin “İkram etmeme en layık olan kimdir?” dediğin de 3 kez “Annendir” demesi yine kadına nispet edilmiş değerdir.
İbn Hazm şöyle der: “Mucize olmasaydı Rasulullah (s.a.s.)’in hayatı yeterdi.”
Tam olarak da bu söz gibi Rasulullah (s.a.s.)’in hayatının her safhasında, her döneminde alınması gereken hikmetler ve öğütler vardır.
Rasulullah (s.a.s.)’in hicretinde de biz kadını görürüz, fetihlerinde de hatta vefatında bile biz kadının yerini görürüz.
Bunların hiçbiri üstü tozlanmış tarih kitaplarında duracak bilgiler değil, örnek alınması ve hayatımız da yer etmesi gereken bilgilerdir. Fakat çağımızın hastalığı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve ashabını kendine rol model değil, TV’lerde ve ekranlarda gördükleri, kendilerine bir hayrı olmayan insanları rol model almalarıdır. Rasulullah (s.a.s.)’e Kur’an-ı Kerim “Usvetu’l-hasene” demiştir. Rasulullah (s.a.s.) ümmetine “En güzel örnek”tir. Asıl örnek alınacak kimse Resulü Ekrem (s.a.s.) ve onun bizlere örnek gösterdiği ashabıdır. Onlar cennette gülümsemekte ve onların izinden gelenlere dünyada da ahirette de refahı müjdelemektedir.