
Çeşitli renkten insanlara ve bir araya gelen toplumlara çeşitli nimetler düşünmeleri, hakka inanıp dengeli davranmaları, salih ameller gerçekleştirmeleri amacıyla sunulmuştur. Ve bu amaç doğrultusunda hür iradeleriyle Yaratıcılarına kulluk yapıp yapmamaları doğrultusunda imtihan olmaktadırlar-olacaklardır. İnsanlar ve toplumlar gerek kimliksel gerek fiziki varlıklarının dünyadaki ve ahiretteki akibetleri imtihan süreçlerinin kazanımlarına veya kayıplarına göre engin bir mutluluk ya da elim bir azap ile muhatap olacaklardır.
Hayata Kur’an bütünlüğünden baktığımızda insan ve toplum üzerinde düşünmek onların mevcut vakıaları veya vakii tarihleriyle ilgilidir. Yani soyut felsefi mülâhazalarla ilgili değil, vakıalarının amelleriyle ilgili şer’i bir konudur. İnsanın veya âdemoğullarının yaratılış süreci veya manevi yanının neliğini keşfedecek felsefi veya akidevi tartışmalar ise bizim için gaybi alana aittir; gayp olduğu için de insan vakıasının oluşumunu “kün” yani “oldu veya oluyor” ilahi emri doğrultusunda anlamak ve yorumlamak da biz müminler için felsefî ve akaidî bir konu değil, muhayyerliği taşıyan kelamî bir konu olmalıdır. Bu bağlamda kişilerin felsefî veya kelamî görüşlerini mutlaklaştırmaya kalkıp akaidleştiren veya doktrinleştiren şer’i olmayan, hududullahı çiğneyen yani “gayba taş atan” bir taşkınlık yolunu açmaktadırlar.
Rabbimiz Kitab-ı Kerim’inde “hak” üzere düşünmemizi istemektedir. Kur’ân’da bâtılın, mâ’dumun/yok olanın, abesin, yalanın, zannın ve şüphenin zıddı olarak “hak” kelimesi türevleriyle birlikte 272 âyette 289 yerde geçmektedir. Rağıp el-Isfahani’nin ayetler eşliğinde “hak”kın temel manalarından ikisini “hikmete uygun olarak yaratan” ve “hikmete uygun olarak yaratılan” şeklinde belirtmektedir. Bu anlamda Yaratıcı olan Allah’a da “hak” denilmektedir; Kur’an’a, evreni oluşturan unsurlara, vahiy meleğine de Resulullah (s)’e de… Resûl-i Ekrem teheccüd namazındaki duasında da hak kelimesini şöyle tekrarladığı rivayet edilmiştir: “Allah’ın Sen haksın, vaadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; resuller haktır; kıyametin kopması haktır.”
O halde hikmete uygun olarak yaratılan “insan” ve “toplum”; ya da insan ve “kavim” ya da “ümmet” üzerinde hikmetleri açısından bir vakıa olarak düşünmemiz de istenmektedir. Bu konuda muhkem ve müteşabih ayetlerle bizlere oldukça bilgi sunulmuştur.
İlk önce bildiğimiz ve fert olarak da yaşadığımız “insan” vakıasının zorunlu ve tabii ihtiyaçlarını hangi dengeyi yakalayarak sağlayacağı üzerinde durmalıyız. İster “kavim”e ister “ümmet”e “toplum” diyelim; sonra da toplumsal dengenin nasıl yakalanıp arzu edilen bir ümmet hayatına ulaşılacağı üzerinde duralım.
Fert olan “insanlar” ile toplum anlamına gelen “ümmet” telakkisinin irtibatını tevhidi eksende ve öncelikle en açık bir şekilde İbrahim (a)’ın “tek başına bir ümmet” olduğunu bildiren Rabbimizin işaretine göre kurmaya çalışmalıyız. Bu arzu ve niyetimizi, kıldığımız namazın her rekatında tek başımıza da olsak aslında “biz” diye Rabbimize yakararak tekrarlıyoruz: “Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz.”
O halde İslami anlamda “biz” veya “ümmet” olabilmeyi arzulamak için öncelikle “ben”i “biz” kılacak bir yeterliliğe ve harekete; bunun için kendimizden taşacak fikri ve ameli bir olgunluğa; İslami hakikatleri yaşayacak, hayrı ve maruf olanı sergileyip şahidleştirecek bilinç ve adanmışlığa ulaşmış olmak gerekir. Biz olmanın şartı, ortak işlerimizi “şûrâ” ile çözebilecek olgunluk seviyesine ulaşabilmek, “şûrâ”ya ehil hale gelen İslami şahsiyetler olabilmektir.
Ben’i biz kılabilmenin Yüce Kur’an’daki en güzel meseli, “tohum” örneğidir: “Mallarını Allah yolunda infak edenler, toprağa bir buğday tohumu ekmiş gibi olurlar. O tohum yedi başak bitirir. Her başağında yüz dane olur. Allah hak edene kat kat verir…” Bir tohumdan yedi başak ve her başakta yüz tohum. Verimli olan “başak” olabilmenin ilk şartı zinde ve sağlıklı bir “tohum” olabilmektir. Bu bağlamda verim sağlanacak bir tohum gibi, verimli olacak İslami bir şahsiyetin sıhhat ve dengesi, sahip olduğu öncelikle şer’i ölçüler ve İslami sabiteler ile sağlanabilir.
İnsan ve Toplum İhtiyaçlarında Denge
İnsan fıtratıyla; insanın zorunlu ve temel yönelimleriyle ilgili Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de birçok işarette bulunmuştur. Toplumların oluşumu ve hayat serüvenleri, toplum-toplumlar anlamına da gelen kavim ve ümmetler hakkındaki kıssalar Rabbimizin takdir ettiği toplumsal yasalarla/sünnetullahla irtibatlandırılmıştır.
İnsanın temel yönelimleri ya da eğilimleri genellikle içgüdüler mahiyetindedir. İçgüdüsel eğilimlerimizdeki olumsuzluk halini “nefs-i emmare” ifadesiyle Rabbimiz Yusuf Sûresi’nde mealen “Rabb'imin rahmet ettiği kimse hariç nefis her zaman kötülüğü ister” hükmüyle açıklamıştır. Ancak insan fıtratına “fücur” potansiyeli yanında “takva” özelliği de ilham edilmiştir. Vahye yönelen iradi bir tutumla “nefs-i emmare” olumsuzluğundan Rabbimizin lütfuyla uzaklaşanlar ise kötülük ve kusurlardan arınarak kendini kınayan nefse yani “Nefs-i levvame”ye yönelterek ilahi iltifata layık olan nefse yani “Nefs-i mutmaine”ye ulaşma çabaları da hayat imtihanımızla elde edilecek bir olgunlaşmadır.
Lâkin “nefs” sadece kötülükten, gayr-ı meşru istek ve arzulardan, bağımlılık oluşturan kötü tutkulardan ibaret değildir. Tasavvufta da ruhçu felsefelerde de arınmak için “nefsin öldürülmesi” peşinde olunur. Nefsini “terbiye etmek” değil de “öldürmek” peşinde olan sufiler veya mistik eğilimliler ise, bu tutumlarıyla âlemi imar davasının yani hayatın dışına sürüklenirler. Moderniteyle beraber egemen olan Batı hayat tarzında ise nefsin arzu, istek ve tutkuları teşvik edilmektedir. Zaten kapitalist tüketim kültürü insanın azgın arzularını ve sınırsız isteklerini körükleyerek güç kazanır. Ancak “nefs-i emmare”, nefsin tamamı değildir. “Nefs”i imtihana tabi tutmamız için Şems Sûresi’nde belirtildiği üzere “fücr ve takva” ekseninde Rabbimiz biçimlendirmiştir.
Bakara Sûresi’nde “mecbur kalınırsa sınırı aşmamak üzere” haram olan domuz etinin ölmemek için yenilebileceği ruhsatından kalkarak zorunlu ihtiyaçlarımızı şöyle sıralayabiliriz. Yemek, içmek, uyumak, def-i hacette bulunmak… İnsan zorunlu olarak iç bünyesinden kaynaklanan bu ihtiyaçlarını karşılamazsa ölür. İnsanı zorunlu olarak harekete sevk eden güdüler, bu ihtiyaçlarımızın karşılanmasına yöneliktir.
Bir de “Fıtratımızın Allah’ı birleme kapasitesiyle yaratılması”; yeryüzünde ne varsa insanlar için yaratıldığı ama ganimetlere ilgi yanında, “Kadınlara, çocuklara, yığınlarla altın ve gümüşe, soylu atlara, davarlara ve ekinlere karşı tutkulu sevgi insanlara cazip gösterilmiştir” ilahi hükmü bağlamında mallarla ve canlarla imtihan edileceğimiz ile ilgili ayetler; ilgi duyacağımız kendi cinsimizden eşler, anne ve babamıza olması gereken ilgimizin hatırlatılması, insanın “diğerlerini kendisine tercih etme” yani “isâr” özelliği ile yaratıldığına işaret eden benzeri ilahi hitaplarından kalkarak insanın temel eğilimleri üzerinde durabiliriz.
Karşılanmadığı zaman insanın öleceği “zorunlu ihtiyaçlar” yanında, “temel eğilimler”in karşılanması için de ihtiyari olarak hareket ederiz. Ancak daha sonraları iç güdüler de denilen “temel ihtiyaçlarımız” karşılanmazsa insan ölmez ama sıkıntılar ve bunalımlardan da kurtulamaz.
Temel ihtiyaçlarımız veya psikolojik araştırmalarda tasniflenen onbeşi aşkın içgüdü Kelam İlmi bağlamında üç başlık altında toplanmıştır:
1. Fıtrat olarak Yaratıcımızı bilme ve tanıma eğilimimize veya insan iradesi üstünde hayatı yönlendirici gücü büyükseme eğilimine “kutsama içgüdüsü” denilmektedir.
2. Barınma, sahip olma, mülk edinme eğilimi ise “beka içgüdüsü” olarak ele alınmaktadır.
3. Şefkat, sevgi veya zorunlu ilgi olarak anne-baba, eş, çocuk-kardeş, akraba veya herhangi bir insan olarak hem cinslerimize yönelik eğilimlerimize ise “neslin devamı içgüdüsü” denilmektedir.
“Zaruret-i Hamse” gibi zorunlu ihtiyaçlar, temel eğilimler veya içgüdüler meselesi Kelam İlmi’nin ve Fıkıh Usulü’nün de konusu olmaktadır. Söz konusu olan içgüdüleri rahmetli Takiyyuddin Nebhani’nin tasniflediği gibi, bizler de “tapınma, beka ve neslin devamı” ifadelerini temel eğilim olarak üç başlık altında toparlayabiliriz.
İnsan zorunlu ihtiyaçlarını ve bahsi geçen fıtratıyla ilgili üç temel eğilimini cevaplamak için düşünür ve harekete geçer. İnsan zorunlu ve temel bu ihtiyaçlarını gidermek için hem kendi nefsiyle, hem Yaratıcısıyla, hem diğer insanlar ve doğa ile ilişkiler içinde bulunur. Ayrıca Rabbimiz insana seçme, hüküm verme, planlama ve ilişki geliştirme konusunda da düşünme ve tasavvurda bulunma yetisi vermiştir.
Önemli olan insanın ve bağlı olarak ortak amaç için bir araya gelen toplumlar (kavim veya ümmetler) zorunlu ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için Yaratıcılarıyla, kendi nefisleriyle, diğer nefislerle ve doğa ile kuracakları ilişkileri hangi ölçüye göre yürütecekleridir? İnsan için de, toplum için de, insan-toplum ilişkilerinde de aranacak olan denge konusu bu soru ile doğrudan alakalıdır.
İnsan evreni, insanı ve toplumu yaratan ve onların tabiatını veya fıtratını en iyi bilen Yaratıcımız olan Allah’ın bildirdiği vahyi ölçüler ile mi zorunlu ve temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışacaktır; yoksa imtihan olmak için kendisine verilen cüz’i özgür iradesini mutlaklaştıran ve “nefsi emmare”si doğrultusunda arzu ve isteklerinin kendisini sürüklediği haz ve zevklere göre nefsini mutlaklaştıran egoist bir yaklaşımla mı tatmin etme sanısı içinde olacaktır?
Zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızın karşılanmasında fıtratımıza uygun olarak bildirilen ilahi vahyi ölçülere uyularak mı tatmin olunacak ve “dareyn”e yani iki cihan saadetine yönelinecektir; yoksa müstağni ve ben-merkezci bir tutumla mı hak ve adalet terazisine yaklaşılmayacak ve ahiretteki kötü akibete doğru yürünecektir?
İşte gerek bireysel varoluşumuzda gerek toplumsal varoluşumuzda zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı hangi ölçüye göre cevaplayacağımız fıkhına varıp Rabbimizin önerdiği dengeyi yakalayabiliriz. Zira fıkıh, insanın hak temelli lehinde ve aleyhinde olanı kavramasıdır. Zorunlu ve tabii ihtiyaçlarımızın giderilmesinde dengeyi yakaladığımızda tek başımıza da olsak İbrahim gibi bir ümmet olarak “biz” veya biz bilincine ulaşan İslami şahsiyetlerden oluşan ve özlemini duyduğumuz “Kur’an nesline” veya Muhammed ümmetinin yeniden ıslahına kavuşabiliriz.
Kur’ânî bir kavram olan “kavim” kelimesi genellikle ırksal veya soy beraberliğini içeren bir terim olarak algılanmaktadır. Oysa Kur’an’da renk farklılığından bahsedilmektedir; ama ırk meselesine hiç değinilmemiştir. “El-kavm” kelimesi, Lisan-ul Arab’a göre “kâme” fiilinin mastarıdır. “Kâme” ise, kıyam etmek, ayak üzerine dikilmek, ayağa kalkmak dik durmak anlamına gelir. Kavim, organik bir isimlendirme değil, niteliksel bir isimlendirmedir. Dolayısıyla soy, dil, güç veya menfaat beraberliği içinde oluşan kavim veya toplum, her ne şekilde adlandırılacaksa bireyin varlığını onunla idame ettireceği, güvenle hayat süreceği, varlığını koruyup ayakta duracağı sosyal bir kümedir. Ayakta durma bir hal, bir tavırdır. Bu nedenle var kalma istidadıyla ilgili tavır ve tutuma elverişli olan hemen bütün insan kümelerine “kavim” denilmiştir.
Kitab’ımızda çoğul ve tekil olarak 64 kez kullanılan “ümmet” terimi ise “din”, “zaman”, “canlı topluluğu”, “ilk insan topluluğu”, “soy/kavim”, “önder” gibi kullanımlarının dışında; bireyden/şahsiyetten öncü bir nesle, öncü nesilden toplumsal kurumlaşmaya giden vahyi inanç, yaşam ve adalet ortak paydasıyla ifade edilecek İslam kardeşliği temelinde büyük bir sosyal kümeyi ve şahitliği ifade etmektedir.
Kur’an ayetlerinin akışı içinde sosyal birliktelikleri şöyle sıralayabiliriz: Erkek ve dişiden oluşan aile, kabile, kabilenin çoğulu olan kabâil, kavim veya ümmet. İnsanlar ilkin tek bir ümmeti ama ihtilafa düşüldükten sonra çeşitlenerek muhtemelen din algılarına, ekol ve çıkarlarına, dillerine ve renklerine göre kabail veya aşiretlere, şu’b / halklara; kavimler veya ümmetlere ayrıldılar. İnsan, sosyal bir varlık olduğu için -fıtratı zedeleyen hastalıklarla mâlül olanlar dışında- herkes bir kavim veya ümmet yani toplum içinde bulunur. Asıl olan fücurdan arınmış ve takva üzere yürüyebilen ve İslami sabiteleri asıl edinen Kur’an ümmeti seviyesine ulaşabilmektir.
İslam Ümmetinin Islah ve İhyası
Bireysel ve toplumsal dengeyi sağlayacak olan İslamileşmenin varacağı yer, fikri ve yapısal planda dağılmış olan ümmeti ıslah veya yeniden inşadır.
Bireysel ve toplumsal dengenin sağlanması için, Resul ve Resülle birlikte olanların uygun zamanlarda vahyi talim edip, vahiy ile yaşanan problemleri cevaplayacak tertilen okumalar ve uygulamalar gösterdikleri, işlerini şûrâ ile çözümledikleri gibi; tanıklık temelinde İslami kimliğe sahip çıkılması gerekmektedir. Bu yolda tedrici olarak ilkin İslami şahsiyetler oluşturulmalıdır. Yetişen ve yetişmekte olan İslami şahsiyetler de birlikte hakka ve adalete tanıklık yapmalı, kendilerini fahşadan uzaklaştıracak namazı/salatı birlikte ikame edecek cemaat bilincine varmalıdır.
İslam ümmeti olarak iç dinamizmimizi büyük ölçüde yitirdiğimiz bir tarihi süreçten geliyoruz. Rabbimizin bahşettiği “nimetler”den uzaklaştığımız ve genelde tarım toplumu şartlarını aşamadığımız I. Dünya Savaşı’ndan sonra ümmet coğrafyamız emperyalist devletler tarafından işgal edilmiş, şer’i yapımızın zaafa uğrayan dokusu bozulmuş ve oldukça tahrif edilmişti. Peşinden ulus toplum dayatmalarına maruz kalınmıştı. Süreç içinde ulus formu algılarımızda yarıklar oluşturmuş ve kanıksanmaya başlanmıştı. Peşinden özgürleşmenin ulusal toplum içindeki mücadelelerle elde edileceği eğilimi yaygınlaştı. Hapishane içinde özgürlük arayışı gibi, genellikle ulus devlet cahiliyesi içinde özgürlük hedefiyle sınırlı düşüncelerin tutsaklığı içine düşüldü.
Totaliter ulus devlet ve tek tipçi toplum yapılarına karşı önce demokrasinin imkânları tartışıldı, sonra da beka ve özgürlük arayışı çerçevesinde çıkış yolu olarak muhafazakârlık, millilik, demokrasi ve sivil toplum gibi kullanımlarla kavramlarımız oldukça karıştı. Baskı dönemleri kendini dayattıkça Batı paradigması içinde oluşan “sivil toplum” telakkisine irdelemeksizin can simiti gibi tutunanlarımız oldu.
Oysa Hegel’e (ö. 1831) ve Marks’a (ö. 1883) göre toplumda “doğal” sosyal bağların çürümesi ve çözülmesinden sonra sivil toplum, yeni sosyal örgütlenmenin ortaya çıkışını sağlayacaktı. Sivil toplum olgusu 1970’lerin Fransa’sında, demokratik bir proje olarak entelektüeller tarafından yeniden canlandırılmıştı.
“Sivil toplum” ifadesi totaliter SSCB’nin 1991’deki dağılma sürecinde en fazla kullanılan kavram ve arayış olmuştur. Ancak “sivil toplum” terkibi gittikçe fıtrî arzular ile fıtratı bozan eğilimlerin kendilerine şemsiye edindikleri bir korunak haline gelmektedir.
Muhalif bir dil kullanan çoğu sivil toplum hareketi küresel kapitalizme karşı çıkmaktadır ama dünya yönetimi için bir tez veya ondan kopuş örnekliği geliştiremediği için de kapitalist yaşam biçiminin ifsadı ve konforu dahilinde yaşamaya devam etmektedir. Egemenlere karşı sözde muhalefet yapmaktadır ama özde küresel sermayenin biçimlendirdiği yaşama konforundan ve fıtratlara aykırı benmerkezci zevklerden vazgeçmemektedir.
Oysa vahiy merkezli “cemaat” anlayışımız ilkin Resulullah (s)’in öncü sahabesi ile oluşturduğu eğitim ve tebliğ birliği idi ve işlerini aralarında şûrâ ile gerçekleştiriyor, birlikte namaz kılıyor, infakta bulunuyor, hakka ve adalete tanıklık yapıyorlardı. Kur’an’da cemaat ifadesi geçmez. Ama onun yerine “Allah’ın ipine sımsıkı sarılan” topluluk anlamında “ferik”; “fie”; “ümmet” kelimeleri kullanılmaktadır. “Cemaatle namaz kılmanın” efdaliyetinden (Buhari, Ezân, 30) “Allah’ın eli cemaatin üzerinde olduğu” (Tırmizi, Fiten, 7) ifadesine kadar hadislerde kullanılan “cemaat” vurgusu daha ufak topluluk sıfatları olarak Kur’an-ı Kerim’deki “fırka”; “zümre”; “taife” kavramlarıyla karşılık bulur.
Varlığını demokrasiye ve seküler toplumsal zemine borçlu olan sivil toplum, tıpkı demokrasi gibi vahyî ölçüyü esas almaz, alamaz. O zaman bir ideal olarak değil, en fazla sistem içi bir araç veya demokrasi gibi içeriği ile oynanan geçici bir olgu olarak görülebilir. Oysa içerik ve şekil olarak farklılık ve zaaflar taşısa da ulü’l el-bâb ve ilim ehli için cemaat formunu oluşturmak, toplumsal mücadele merhalesini gözeten ilkeli ve öncelikli sosyal bir görevdir. Bu görevin önceliği, Müslüman toplumun yeniden İslamlaştırılması ve alttan gelen ‘hikmet’ ve ‘şûrâ’ temelli bir dalgayla ümmet olarak yeniden özgürleşme ve inşa süreci oluşturulmasıdır.
Vahiy temelli ve sistem üstü İslami kimliğimizin özgünlüğünü kavrama, taşıma ve yayma çabalarımızın mevcut sosyal realite içinde sistem içi ıslah ve inşa faaliyetleri, ancak mevcut devletin hukukileştirilmesi ve adaletli davranmaya yöneltilmesi istikametinde yürüyen bir siyaseti gündeminde müzakere edebilir. Sözlü ve yazılı tebliğimiz; kültürel, iktisadi, yardımlaşma ve siyasi mevcut sistem içi çabalarımız ulus devlet ve toplumla bütünleşmek için değildir. Ki aksi düzeyde bir strateji birçok yabancı hadâretle uzlaşmak demektir. Mevcut sistem içinde irtibatlı olduğumuz çabalarımız, bünyesinde yaşadığımız toplumun ve Müslümanların yeniden İslamlaştırılmasında özgürlük alanlarının çoğaltılması, millici/ulusalcı ve küresel sekülerleşmenin, mevcut iç ve dış vesayetin geriletilmesi anlamına gelmelidir.
Muhammed (s)’in ve bilinen tüm resullerin siretlerinden öğrendiğimize göre, bireysel ve toplumsal tevhidî bilinçlenmeyi, ümmetin inşasını veya yeniden zindeliğini sağlamadan elde edilecek hiçbir iktidar sahici değildir. Sünnetullah için birincil olan hedefimiz, egemen küresel ve ulusal sistemin meşru görüp teşvik ettiği ‘sivil toplum’ kurallarına tabiiyet değil, vahye ve hakikate şehîdlik yapacak İslami şahsiyetlerden oluşan uygun bir kitle tabanına ulaşmak olmalıdır. Kullandığımız araçlar da STK değil, İslami kuruluşlardır ve yürüttüğümüz de sivil toplumculuk değil İslami mücadeledir.
Sivil toplumu, değişkenleri yanında sabiteleri olan İslam ümmet yapısına dönüştürmek mümkün değildir. Çünkü sivil toplumda ontolojik ve felsefik açıdan görelilik ve -sınırsız özgürlük anlamında- bireysel özgürlükler asıldır; İslami sabiteler ise ironik bir tarzda geri, arkaik toplumlara ait kabul edilen bir durumdur.
19. yüzyıldan bu yana Kahire’den İstanbul’a Kazan’a, İslamâbâd’tan Tunus’a Cezayir’e kadar vahiy merkezli ıslah çabalarımızın istişârî temelli gayretleri ister cemaat, ister örgüt, ister ekol, ister akım, ister süreç, ister platform, ister öbek, ister hizip hatta sivil toplum veya STK ifadeleriyle tanımlansın; içeriğinin ne’liği ve niteliği ‘şuhedâ toplumu’ olmaya yöneliktir, sosyal biçimler geçici ama ıslah temelli taşıyıp yaygınlaştırdıkları öz aynı hedefe akan kazanımlarımızdır. Sürekli güncellememiz gereken bu süreç aynı hedefe yönelen yani ümmeti yeniden ıslah, ihya ve inşa edecek olan vahyin ve adaletin şâhidliğini üstlenmiş, vahdet ve “büyük şûrâ” birlikteliğine akan çizgimiz olmalıdır.
Tüm insanlar ve toplumlar için Kureyş Sûresi’nde zikredildiği gibi ekonomik ihtiyaçların giderilmesi ve güvenlik sorunu fıtridir. Dağılmış ve zindeliğini “isâr” kavramıyla birlikte büyük ölçüde yitirmiş İslam ümmetinin yetimleşen bireyleri ve genel yekûnu için de bu toplumsal gerçeklik geçerlidir.
Tabii ki insanın ve hükmi şahsiyet olarak toplumun veya ümmetin “zarurat, haciyat, tahsiniyat” bağlamında zorunlu veya ihtiyari istek ve arzuları devam ettiği sürece de sınavı devam edecektir. Bir yandan da kapitalizm veya modernite insan ve toplumun egosunu tahrik edip istek ve arzularını “hududullah”ı çiğneyerek ateşlemeye çalışmaktadır. Birey bazında “nefs-i mutmaine” eren İslami şahsiyetler olmaya çalışarak ve İslami cemaat/toplum veya ümmet nüvesi olarak zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı dengeli bir şekilde karşılamamız yerine getirmemiz gereken ödevlerimizdir. Sahih temelde elde edebileceğimiz bu denge, ahiretimizi bu dünyada kazanmamızın da anahtarıdır. Önemli ve öncelikli olan zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı karşılarken “haktan ve adaletten yana” bir istikameti takip edebilmemizdir. İslami şahsiyetlerimizin oluşumu da böylesi toplumsal sahih bir zeminin kurulması ve inşası sürecinde yeşerebilir. Ve Müslümanların adalet iktidarı da, yeniden kuracakları umran da böylesi İslami şahsiyetlerin “tuğladan örülmüş bir duvar” gibi gösterecekleri sağlam bir dayanışma ve zinde İslamî sosyal bir zemin üstünde yükselebilir.
İstişareye ehil şahsiyetlerimizin inşasını ve ümmet zemininin oluşum merhalesindeki uzun erimli inkılâbı ve ıslah mücadelesinin şahidliğini yeterince yaşayıp gerçekleştiremeyen; öncü çabalarını kapsayıcı şûrâ modeline ulaştıramayan bir güç ve iktidar hayali, İslami olanı masallar veya hüzünler dünyasına sürükleyip düş kırıklıklarına mahkûm edeceği unutulmamalıdır.