15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / Tüketim Kültürü ve Değişen Müslüman Kimliği
Tüketim Kültürü ve Değişen Müslüman Kimliği

Tüketim Kültürü ve Değişen Müslüman Kimliği BARIŞ TÜZÜNER

Türkiye’de yaşayan insanların kimlik oluşumunda İslam dini çok önemli bir yere sahiptir. Dolayısıyla Müslümanların din algılarındaki değişimler, onların kimliklerinin dönüşümlerine de neden olmaktadır. Konuyu bu boyutu ile değerlendirdiğimiz zaman, Müslümanların, tüketime yönelik anlayışlarındaki farklılaşmanın altında da mezkûr değişimlerin yattığını söyleyebiliriz. Bazı Sosyologlar Müslümanların tüketim anlayışının nasıl şekillendiğini açıklamak için ekseriyetle modernizm ve post modernizm kuramlarını kullanmaktadır. Dolayısıyla bu kuramların neleri ihtiva ettiğini bilmek Müslümanların tüketime yönelik davranışlarının nasıl değiştiğini anlamak için isabetli olacaktır. 

Modernite, Müslümanların hayatına girdiğinde onlara üstten bakan yapısı ve katı sınırlarının olduğu bir toplum algısı nedeniyle Müslümanların dini kimlikleriyle toplumsal alanda var olmalarını hoş karşılamamıştı. Çünkü Moderniteyle bağlantılı gelişen sekülerizm fikri dinin kamusal alandan çekilmesini savunmaktaydı.  Bu durum Müslümanların indinde moderniteye karşı bir tepkiye neden olmuştur. Dolayısıyla bazı Müslümanların moderniteye karşı protest bir tavır geliştirmesinin altında da bu tepki bulunmaktadır. Hatta Türkiye’de muhafazakârları iktidara taşıyan motivasyonun en önemli unsurlarından birisi de bu sekülerlik baskısı olmuştur. Fakat Post modernitede ise bu durum neredeyse tamamen ters yüz olmuştur. Gücü ele geçiren İslamcılar, post modernizmin sınırları ve katılıkları ortadan kaldıran geçirgen yapısı sayesinde çok ciddi bir değişim ve dönüşüm içerisine girmişlerdir. Zaman ve mekânın katı sınırlarının ortadan kalktığı günümüz dünyasında Müslümanlar da uzun bir baskı döneminin ardından hem kamusal alanda var olmanın rehaveti hem de post modernizmin baskısıyla tüketme eylemlerinde ciddi kırılmalar yaşamaktadır. Bu bağlamda Müslümanlar, İslam’ın temel düsturlarından olan ölçülülük yerine israf ve gösteriş eylemlerinin meşrulaştırıldığı yeni bir İslamcı kimliğine doğru savrulmaktadır.

Tüketme eylemi insanın hayatta kalabilmesinin asli unsurlarındandır. İnsanın bir şeyi nasıl tükettiği ise onun hayat algısını ve bu da doğal olarak onun kişiliğini yansıtmaktadır. Geleneksel toplum yapısında insan, ihtiyacı kadarını tükettiği için daha fazlasını üretme endişesine pek kapılmamıştır. Böyle bir endişesi olmadığı için olsa gerek üretimi artıracak fiziksel ortam adına da pek bir çaba göstermemiştir. Bu bakış açısı onun görece daha ölçülü bir yaşam sürmesine de kapı aralamıştır. 

Modernitenin yani erken dönem kapitalizmin, insanoğlunun hayatına girmesiyle üretim anlayışının şekil değiştirdiği toplum yapısında insanlar, ihtiyaçlarından fazlasını üretmek için çalışmak zorundaydı. Çok enteresan bir şekilde bu evrimleşme ise dini bir saikle yapılıyordu. Sosyolojinin kurucu babalarından Max Weber, kapitalizmin neden dünyanın başka herhangi bir yerinde değil de Avrupa da ortaya çıktığı sorusunu sorarak bu toplumsal değişimi açıklamaya çalışıyordu. Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu adlı eserinde detaylı bir şekilde irdelediği bu sorunun cevabı ise üretimin geleneksel yapıdan modern yapıya nasıl dönüştüğünün açıklanması bağlamında kayda değer bir cevaptı. Weber’e göre orta çağ boyunca manastırların kuytu köşelerinde kendini dine vakfetmiş insanlar, ilerlemenin önündeki zihniyet yapısının temelini teşkil ediyorlardı. Onlara göre bu dünya hayatında çekilen çileler, ahirette yüce makamlara erişmenin bir gereğiydi. Bu anlayış o dönem Püritan ve Kalvinistler gibi aşırıcılar için çok yaygın bir inançtı. Manastır kuytularında kendilerine af uzaklaşan bu yeni tip Müslümanlar, yaşadıkları hayata uydurulan bir İslam anlayışı geliştirmişlerdir. Modernitenin keskin yüzü ile karşılaştıklarında savunmacı bir anlayışla protest bir kalıba bürünen Müslümanlar artık o kaptan taşmış ve post modern dünyanın albenisine kendini tamamen kaptırmıştır. Bu aldanış maalesef toplumsallaşmanın ilk evrelerinden olan okul öncesi eğitime de sirayet etmektedir. Post modern İslamcı ebeveynler süper lüks ciplerle Kur’an Kursu adı verilen yeni tüketim merkezlerine çocuklarını götürmektedirler. Modern dönem İslam anlayışında bir takke ve elifba ile gönderilen anaokulu seviyesindeki okul öncesi Kur’an Kursuları artık süper tüketimin olduğu merkezler haline dönüştürülmüştür. Bu kurslara kayıt yaptırılırken ellerine tutuşturulan üç sayfalık alışveriş listesi ile ebeveynler, kırtasiyelere hücum etmektedirler. Beş büyük torba alışveriş malzemesi kurslara teslim edildiğinde ebeveynler, derin bir oh çekerek diğer ebeveynlerden daha kaliteli malzemeler aldıklarını gerekçesiyle rahatlamaktadırlar. Yeni İslamcı tipolojiler, Modernite döneminde yaşadıkları aşağılık kompleksini, güç kendilerine geçince o dönemde kendilerine hissettirilenin daha beterini yaparak aşmaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak, post modernizm olgusundan etkilenen Müslümanlar, kimlik sorunlarıyla baş başa kalmaktadır. Çünkü kamusal alanda özgürce dolaşma gücünü yakalayan Müslümanlar, post modern anlayışın getirdiği yeni yaşam algıları yüzünden İslam dininin temel esaslarına ters düşen bir yaşantının içerisine girmektedirler. Bu durum da onları kimliklerinde bir değişiklik yapmak zorunda bırakmaktadır. Çünkü post modern anlayış, dine toplumsal alanda yer verirken bunu, Müslümanların, inançlarını özgür bir şekilde yaşamaları için mümkün bir alan oluşturmak gibi bir gereksinimden dolayı yapmaz. Bilakis dine toplumsal alanda yer vermesinin altında onu tüketilecek bir nesne olarak görmesi yatmaktadır. Dolayısıyla Müslümanlar post Modernist anlayışta tüketim yapabilmeleri için İslam’ı yeni bir perspektifle yorumlamaya çalışmaktadırlar. Yeni Müslüman tipolojisinin işte bu sıkışmışlık ürünü olduğu fikri zannımızca isabetli bir tespit olmaktadır. Dolayısıyla yenidünya düzeninde eski kimliklerle var olan bir Müslüman tipolojisi yerine yeni kimlikleriyle yozlaşmış bir Müslüman tipolojisi ortaya çıkmaktadır. 

dileyen insanlar, dini algılarında bir tevil yaparak modern dünyanın kapısını aralayacak kırılmaya neden oldu. İnsanın ahiretteki makamının nasıl olacağı dünya hayatında elde ettiği başarılar ile tahmin edilebilirdi. Bu tevile göre dünya da nasıl bir hayat sürdüğü ile ahirette nasıl bir hayata sahip olacağı doğru orantılıydı. Diğer bir ifade ile bu dünya hayatında ne kadar zenginleşirlerse ahiretteki yerleri işte bu doğrultuda yüce olacaktı. Bu düşünce yapısındaki köklü değişiklikler kapitalizm denen üretim sisteminin temellerini oluşturmaya başlamıştı. 

Modernitenin ilk dönem üreticilerine göre amaç sadece üretmekti. Çünkü üretip pazarladıkça zenginleşebileceklerdi. Bu yolla da ahiretteki yerlerinin daha iyi bir yer olması fikrini pekiştirebileceklerdi. Fakat tüketmek, özellikle de ihtiyacın fazlasını tüketmek ise ahiretteki yerlerini alaşağı eden bir eylem olacaktı. Bu düşünce yapısındaki dönüşümler İnsanların ihtiyacının kat be kat fazlasını üretmesine neden olacaktı. 

Üretim arttıkça bilimsel bilgi gelişti. Bilimsel bilgi geliştikçe üretim arttı. Bu iki gelişme birbirini destekleyerek toplumsal dönüşümlere neden oldu. Bu vesileyle, Orta çağ boyunca din adına sömürülen Avrupa toplumu, sığınabilecek yeni bir liman keşfetti. Bu liman bilimsel bilginin gücüne imandı. Artık her şey bilimsel bilgi ekseninde şekillenmekteydi. Batı toplumları kendini daha da ileriye taşıyabilmek için çıktıkları bu yolculukta gün geçtikçe dinden ve onun kurumsal alandaki etkisinden uzaklaşmaya başladılar. Dolayısıyla modernitenin katı ve sıkı anlayış biçimini kendilerine rehber edindiler. Bu anlayış sanattan mimariye, ekonomiden siyasete bütün alanlara sirayet etmişti. 

20. yy. ilk çeyreğine gelindiğindeyse üretilen ürünlerin pazarlanamaması ekonomik alandaki büyük bir buhrana neden olmuştu. İnsan, üretimin zincirlerini kırmıştı ama onun, tüketimin nasıl olacağına dair bir birikimi yoktu. Bu devrede ortaya çıkan fordist anlayış bu denklemin çözülmesine katkı sağladı. Üretilen tek tip metaların tüketilebilmesi için işverenler işçilerine uzun vadede ödeme imkânları tanıdı. Bu vesile ile insanlar, rahat bir yaşam sürebilmenin hazzını yavaş yavaş hissetmeye başladılar. Aynı yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise insanlar tüketim olgusunu daha farklı bir boyuta taşıdılar. Bu değişimin ardında ise özellikle iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelerin oynadığı etkin rol göz ardı edilmemelidir. Boudrillard ve Lyotard gibi düşünen sosyologlarca post modern dönem 1970’lerde başlamıştır ki bu dönem internetin Amerika’da keşfedildiği dönemle kesişmektedir.

Post modern anlayış tüketicilerin kitleselliğin katı sınırlarını aşındırıp bireyselliğin özgür dünyasına girmelerini destekledi. İnsanlar artık kendilerine özel ürünler satın almak istiyordu. Bu durum kapitalizmin geniş ve büyük fabrikalarda tek tip üretim anlayışının değişmesine sebep oldu. Modern tarz üretim tesisleri yerine daha küçük ölçekli ve daha çok çeşitli üretim mekanizmalarının kurulması fikrini destekleyen post modern anlayışın beslediği üretim tarzına geçildi. Sanal teknolojilerin iyice insan hayatına girmesiyle beraber insanoğlu artık görsel dünyanın aldatmacasına kaptırdı kendini. Bu görsel dünya da her şey orijinalinin tehlikesiz bir simülasyonu şeklindedir. Giysiler örtünmek için değil şıklık için yani o havayı yansıttığı için giyilmelidir. Değilse örtünmenin bir anlamı kalmamıştır. Yemek pazarlarken satıcılar lezzeti değil lezzetin sesini pazarlamaktadırlar. Bu nedenden hamburger reklamlarında cipsin ve köftenin sesi cezbedici unsurdur.

Post modernitede, İnsanlar, kendini gerçekleştirebilecek hem mekânsal hem de zamansal ortamı yakalamaktadır. Çünkü kendisini ait hissettiği kimliklere bürünebilmek için uygun ortam oluşmuştur. Dolayısıyla bu durumu tecrübe etmek için hangi simgesel nesneleri tüketmesi gerekiyorsa buna uygun tüketim yapabilmektedir. Bu özgürlük alanı dikey hareketliliğin fazlalaşmasına da yardımcı olmaktadır. Tüketim kültürünün post modernitede kazandığı bu yeni boyut daha kişiselleşmiş insanın oluşmasına neden olmaktadır. Durmadan tüketen ve tükettikçe var olduğunu zanneden ve bununla beraber kendini mutlu addeden yeni bir insan tipolojisi ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla tükettiği nesnelerin verdiği tatminden ziyade tüketerek var olma hırsına kapılmıştır insan. Tıpkı bir ay önce satın aldığı telefonun bir üst modeli piyasaya sürüldüğünde onu satın alabilmek için bütün kozlarını kullanabilen bir genç gibi. 

Post modern anlayışa göre farklılaştığını ve bireyselleştiğini topluma gösterebilme uğruna her türlü girişimi deneyen insanoğlu bu uğurda sadece simgesel değeri olan ama hiçbir ihtiyacı olmadığı ürünleri tüketmektedir. Nitekim mobilya reklamlarında ürünlerin sağlamlığına vurgu yapılmasından ziyade onların kişiselleştirilmiş renklerine ve farklılıklarına vurgu yapılarak müşteriler cezbedilmektedir.

Modernizm ve Post modernizm kuramları açısından Müslümanların tüketim anlayışlarının nasıl değiştiğini anlayabilmek için İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin arasındaki farkların neler olduğunun doğru tespit edilmesi gerekmektedir. Çünkü İslam medeniyetinde yetişmiş bir insan ile Batı medeniyetinde yetişmiş bir insanın, bu farklılıklardan dolayı dünyayı kendi görüşleri ekseninde algıladığı görülmektedir. Bu nedenle mezkûr dönüşümler, bu toplumlar üzerinde farklı tesirler bırakarak onların kimliklerinin oluşumuna katkı sağlamaktadır. “Charles Horton Cooley tarafından öne sürülen ayna benlik kavramı. Benliğin oluşumunda sosyal çevrenin etkisini vurgular. Erken yaşlardan itibaren çocuk önce aile ve akrabaları. Sonrasında çevresiyle etkileşimde bulunurken onlar tarafından onaylanan davranışı içselleştirerek tekrarlar. Onaylanmayan davranışları terk eder. Ayna benlik çocukluktan itibaren benliğin oluşumunda kişinin çevresindekileri bir ayna olarak görüp. Davranışlarını ona göre düzenlemesini ifade eder. Ayna benlik kavramı. Hayat boyu kişiliğin şekillenmesinde etkilidir. Kişi yetişkinlik sürecinde de yaptığı davranışlarda başkalarının görüşlerini önemser.” Bu bağlamda etrafında cereyan eden yaşantının içini dolduran zihniyet yapısını besleyen dinamikler kişilerin davranış şekillerinin oluşumunda hayati öneme sahiptir.

Ortaya çıktığı coğrafyanın fiziki şartları gereği dış tehlikelerden uzak olan İslam dini kendi hukukunu oluştururken diğer medeniyetler gibi mozaik bir yapı ile inşa olmadı. Gerek dış saldırılardan uzak oluşu gerekse de İslam’ın ilk yıllarında çok az sayıda insanın bu dini benimsemesi Hz. Peygamber’in öğretisinin nevi şahsına münhasır bir şekilde aktarılmasını güçlendiriyordu. Çünkü hem öğretilmesi ve takip edilmesi daha rahat bir inanan kitlesinin oluşmasına hem de bu yeni dinin buyruklarının sahih bir şekilde tatbik edilmesine uygun bir zemin oluşturuyordu. Diğer bir ifade ile bu yeni din herhangi bir etkileşimden uzak bir şekilde oluşup gelişiyordu. Buna karşın Batı Medeniyeti dediğimiz medeniyet ise antik Yunan medeniyetinden başlayarak pagan kültürü, Yahudilik ve Hristiyanlık inancı, skolastik düşünce, rönesans ve reform hareketleri, aydınlanma düşüncesi, Fransız ihtilali ve endüstri devrimi, kentleşme ve modernite gibi çok farklı tecrübelerin neticesinde bu günkü yapısına kavuşmuştu. Doğal olarak bu iki medeniyette yetişmiş insanların hayat algılarında çok ciddi farklar bulunmaktadır.

Modernitenin, sekülerlik kuramıyla çok sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu ifade etmiştik. Sekülerlik kuramı dinin ve dinselin insan hayatından çıkacağı öngörüsünde bulunmuştu. Hatta sosyoloji bilimine ismini veren Auguste Comte bu öngörüye istinaden insan hayatı için yeni din olarak kabul ettiği Pozitivizm fikrine istinaden bir ilmihal dahi kaleme almıştı. Weber de keza bu süreci akılcılaştırma olarak kabul ettiğini ve artık dinin büyüsünün bozulduğunu söylüyordu. Bu bakış açısı modernitenin yoğun olduğu dönemde dine pek yer olmadığı anlayışından beslenmekteydi. Bununla beraber Batı medeniyetinin seküler bir toplum inşa etmeye çalışması batı Avrupa’da halk nezdinde istenen bir gelişmeydi. Orta çağlar boyunca geri kalmışlığın ve Müslümanlar karşısında duyulan aşağılık kompleksinin nedenlerinden biri olarak dini yapıdaki bozulmalar gösterilmekteydi. Çünkü din yıllarca halkı sömürmek için bir argüman olarak kullanılmıştı. Dolayısıyla dinin kurumsal alandaki gücünün zayıflaması ve bireysel alana hapsolması istenilen bir şeydi. Fakat aynı durum Türkiye için söz konusu değildi. Çünkü Avrupa’nın aksine yeni kurulan cumhuriyette dinin kurumsal alandan çekilmesi ve insanlar üzerindeki gücünün azaltılması düşüncesi halkın değil yönetici güruhun isteğiydi. Bu sebeple olsa gerek, halkla beraber değil halka rağmen yapılmış bir seküler toplum inşası projesi vardır. Bu proje kapsamında İslam medeniyet ülkülerine sıkı sıkıya bağlı olan Anadolu insanı üzerinde bu değişimin sağlanması için cumhuriyetin ilk yıllarında laiklik inkılabı kapsamında çok katı uygulamalar yapılmıştır. Bu anlayış beraberinde savunmacı bir karşıt anlayışı oluşturmuştur. Dolayısıyla modernitenin ülkemizde neden olduğu tahribata karşı çok ciddi bir protest yapı türemiştir. Bu savunmacı zihniyet yapısının milenyum öncesine kadar batı menşeli herhangi bir algıya karşın çok savunmacı bir üslup ile karşılık verdiği aşikardır.

Post modernizmde ise bu mezkûr durum tersine dönüşmektedir. Çünkü Post Modernizm anlayışı, modernizme bir tepki olarak ortaya çıktığı için modern dönemin karşı çıktığı olgular, post modern dönemin favorileri haline dönüşebilmektedir. Bu doğrultuda modernizm anlayışındaki o katı sınırlar çerçevesinde ele alınan din algısı artık kaybolmaktadır. Bununla beraber, iletişim ve ulaşım alanlarındaki değişim ve dönüşümler, dünyanın küresel bir köy olmasına destek olmaktadır. Bu gelişme de dünyanın her yerinde dine karşı benzer yaklaşımların ortaya çıkmasına katkı sunmaktadır. Doğal olarak, küreselleşen dünyada bireyselliğin aldatmacasına kapılan insanların aslında hem kültürel hem ekonomik hem de siyasi alanlarda birbirlerine benzeşmesi oldukça normaldir. Dolayısıyla benzer geçmişi tecrübe etmeyen ama aynı dönemi yaşayan insanların benzer özellikler göstermesi fakat bu özelliklerin altını farklı unsurlarla doldurması tecrübe edilmektedir. 

Post modern anlayışa göre insan, her şeyi tüketmeyi mubah gördüğü için din dâhil her türlü değeri tüketilebilmektedir. Hatta din, bu bağlamda tüketilmesi en kolay ve geniş alanı sunmaktadır. Bu sebeple din, batı dünyasında yeniden önemli bir boyut olarak toplumsal hayata geri dönmüştür. “Bu yüzden din, pazarlamacılar için eşsiz bir üründür. Saad, dinin bu niteliğini dört özelliği dolayısıyla kazandığına inanmaktadır. Birincisi din, herkesin elde etmek isteyeceği ölümsüzlük garantisi verir. İkincisi, din, kuşaklar arası değişmeyen bir marka bağlılığı meydana getirir. Üçüncüsü, din, bu marka bağlılığının yaşam boyu sürmesini sağlar çünkü din değiştirmek ölümü ya da cehennemi gerektirir. Dördüncüsü, çocuklar doğar doğmaz bu ürünün hedef kitlesi ve marka bağımlısıdırlar. Din bu özellikleriyle olumlu ya da olumsuz tüm durumlarda kendi marka bağımlılarını tutundurmak için makul açıklamalara sahiptir.”

Post modern döneme kadar Müslümanlar, inançlarının gereği olarak Batılı bir tüketim anlayışından uzak durmaktaydı. “Bu doğrultuda, kendi kamusal alanlarını ve çevrelerini oluşturma gayreti içine girdi. Kendi okullarını, faizsiz bankacılık kurumlarını, iş yerlerini ve hatta gettolarını meydana getirdiler. Tüm bunlar gerçekleştirilirken, moderni ve modern yaşam tarzını değiştirme isteği en önemli hedefleri arasındaydı. Bu idealler, o dönemin İslamcı gençlerini tavizsiz, her şeyin siyah ve beyaz olduğunu kabul eden ve ara renkleri reddeden, keskin hatlarla modern yaşam biçimine karşı çıkan sert, köşeli bir gençlik şeklinde oluşturdu.” Bu gençlerin hayat algılarına göre “İpek başörtüsü örtülmeyecek, devlet memurluğu yapılmayacak, piyango bileti satın alınmayacak, bankaya para yatırılmayacak, içki satan bakkallardan alışveriş yapılmayacak. Namazlar zamanında kılınacak, gece namazlarına kalkılacak, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutulacak. Hac ziyareti gerçekleştirilmeden önce herhangi bir dış seyahate çıkılmayacak.” Bu algıların değişmeye başlaması ise daha çok Müslümanların 28 Şubat sürecinden sonra büyük bir toplumsal tepkisellikle iktidara taşıdıkları muhafazakâr parti döneminde oldu. Cumhuriyet tarihi boyunca hiç görülmemiş bir teveccühle iktidara gelen İslamcılar artık gücün ellerinde olduğu bir döneme girdiler. Bu dönem aynı zamanda bütün dünya da geç dönem modernitenin (post modernitenin) çok yoğun bir şekilde hissedildiği dönemdi. Artık kamusal alanda rahat bir şekilde kendini görünür kılan İslamcılar, bu rehavetle tüketimin büyüsüne kapılmışlardır. Batılı gençler pop müzikle dans edip ruhlarını şenlendirirken Müslüman gençler yeşil pop ile coşmaktadır. Batılı işletmeciler süper lüks yat tatilleri ile vatandaşlarını tatil kültürüne davet ederken Müslüman işletmeciler 5 yıldızlı otellerde vip araçlarla hac ibadetlerini yapabilmeleri için müminleri Kâbe’ye götürmeyi vadetmektedir. Müslümanların nezdinde modernitenin yayılmasına sebep olarak gördüğü ve her kötülüğün başı “Şeytan Amerika!” , bundan sonra özenilen ve istenilen ideallerin taşıyıcısı konumuna gelmiştir. Artık toplumsal birlikteliğe atıf yapan kavram ve ideolojiler görmezden gelinerek bireysel başarıları ön plana çıkaranlar rağbet görmektedir. “sosyal adalet, azla yetinme, sade yaşam ve zenginliktense fakirliği yeğleme gibi anlayışların ‘yeni eğilim dünyası’ içinde yeri yoktur. Haenni, bu açıdan bu yeni eğilimi fakirliği ’potansiyel günahkârlık’ olarak algıladığını ve yoksulların bulunmadığı ve yer verilmediği bu dünyaya ‘piyasa İslam’ı’ demektedir.” Bu bağlamda artık Müslümanlar kendi içerisinde yeni bir tipoloji üretmiştir. Bu yeni tipoloji tıpkı Avrupa’daki muadilleri gibi elitist bir yaşam algısı ile davranmaktadırlar.

Bu yeni bakış açısı içerisinde Müslümanlar, İslam’ı, tüketime destek olan ve aynı zamanda tüketilen olgunun bizatihi kendisi olduğu bir döneme taşımıştır. “Bu sıçrayış, o alışılagelen İslamcılık yaklaşımının benimsediği alanlardan çok farklı ve yenidir. Artık o bilinen dindar ve muhafazakâr kesim yalnızca camiler, Kur’an kursları, tarikat ve cemaat toplantıları ve siyasi partilerin mitinglerinde göz önüne çıkmamaktadır. Radyo, televizyon, beş yıldızlı oteller, çeşitli dernekler, seçkin restaurantlar, lüks AVM’ler, pahalı elbiseler, otomobiller ve eğlence yerleri artık bu kesimin çok yabancı olmadığı mekânlar ve kavramlar olmuştur.” İslam’a uygun bir yaşam modelinden gittikçe uzaklaşan bu yeni tip Müslümanlar, yaşadıkları hayata uydurulan bir İslam anlayışı geliştirmişlerdir. Modernitenin keskin yüzü ile karşılaştıklarında savunmacı bir anlayışla protest bir kalıba bürünen Müslümanlar artık o kaptan taşmış ve post modern dünyanın albenisine kendini tamamen kaptırmıştır. Bu aldanış maalesef toplumsallaşmanın ilk evrelerinden olan okul öncesi eğitime de sirayet etmektedir. Post modern İslamcı ebeveynler süper lüks ciplerle Kur’an Kursu adı verilen yeni tüketim merkezlerine çocuklarını götürmektedirler. Modern dönem İslam anlayışında bir takke ve elifba ile gönderilen anaokulu seviyesindeki okul öncesi Kur’an Kursuları artık süper tüketimin olduğu merkezler haline dönüştürülmüştür. Bu kurslara kayıt yaptırılırken ellerine tutuşturulan üç sayfalık alışveriş listesi ile ebeveynler, kırtasiyelere hücum etmektedirler. Beş büyük torba alışveriş malzemesi kurslara teslim edildiğinde ebeveynler, derin bir oh çekerek diğer ebeveynlerden daha kaliteli malzemeler aldıklarını gerekçesiyle rahatlamaktadırlar. Yeni İslamcı tipolojiler, Modernite döneminde yaşadıkları aşağılık kompleksini, güç kendilerine geçince o dönemde kendilerine hissettirilenin daha beterini yaparak aşmaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak, post modernizm olgusundan etkilenen Müslümanlar, kimlik sorunlarıyla baş başa kalmaktadır. Çünkü kamusal alanda özgürce dolaşma gücünü yakalayan Müslümanlar, post modern anlayışın getirdiği yeni yaşam algıları yüzünden İslam dininin temel esaslarına ters düşen bir yaşantının içerisine girmektedirler. Bu durum da onları kimliklerinde bir değişiklik yapmak zorunda bırakmaktadır. Çünkü post modern anlayış, dine toplumsal alanda yer verirken bunu, Müslümanların, inançlarını özgür bir şekilde yaşamaları için mümkün bir alan oluşturmak gibi bir gereksinimden dolayı yapmaz. Bilakis dine toplumsal alanda yer vermesinin altında onu tüketilecek bir nesne olarak görmesi yatmaktadır. Dolayısıyla Müslümanlar post Modernist anlayışta tüketim yapabilmeleri için İslam’ı yeni bir perspektifle yorumlamaya çalışmaktadırlar. Yeni Müslüman tipolojisinin işte bu sıkışmışlık ürünü olduğu fikri zannımızca isabetli bir tespit olmaktadır. Dolayısıyla yenidünya düzeninde eski kimliklerle var olan bir Müslüman tipolojisi yerine yeni kimlikleriyle yozlaşmış bir Müslüman tipolojisi ortaya çıkmaktadır. 

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul